Bir soru – Bir hatırlatma – Bir ikaz

“Emekçilerin haklarını savunmak” (için)... “Yaşam koşullarını iyileştirmek” (için)... Komünist partilerden başlamak üzere, günümüz dünyasında “sol” olmak iddiasındaki çoğu partinin seçim programına benzer sloganları yerleştirdiği görülüyor. Bunların popülizmi arttıkça, bu kalın çizgi, “hayat pahalılığına, zamlara karşı mücadele” gibi iddialara kadar “inceltiliyor”.

Bu sloganlar kulağa pek hoş geliyor, fakat hayret! Dünyanın geri kalanını bir yana bırakalım, bu mücadelelerin tarihsel anakarası Avrupa ülkelerinin -ayırımsız tümünde- geçen yüzyılın sonlarından bu yana, “sol” geçinen partiler, bazı dönemlerde hükümet ya da hükümet ortağı olsalar bile, haklar adım adım kısıtlandı/kısıtlanmaya devam ediyor. Sayısı artmakta olan işsizler bir yana, çalışmakta olanların bile yoksullaşması engellenemiyor. Çalışma koşulları ağırlaştırıldı/ağırlaştırılıyor. Kimi sosyal hizmetler sınırlanmak şöyle dursun, tümüyle kaldırıldı, kalanlar da tehlikede.

Sendikaların ise varlıklarıyla yoklukları bir! Toplu sözleşmelerde sermayenin temsilcileri tarafından ciddiye bile alınmıyorlar. Elde ettikleri sözde ücret artışları, on yıllardan bu yana “sadaka”dan ibaret kaldı. İşçi hakları, çalışma koşulları, toplumsal hizmetler  gibi konulara ise hiç girmeyelim.

Uzatmadan, kısa ve yalın söyleyelim: Emperyalizm, bir zamanlar kendi kalelerindeki işçi sınıfı ve emekçilere vermek zorunda kaldığı rüşveti ve bir dizi tavizi 80’li yıllardan bu yana adım adım ve gittikçe hızlanarak geri alıyor!

SORU:

Sınıf mücadelerinin yükselmesi ve sertleşmesi beklenen bu koşullarda sormak gerekiyor:

-Nasıl oluyor da, düzen içinde “sol” geçinen partiler seçimden seçime, hiçbir zaman gerçekleştirmek için mücadele etmedikleri/etmeyecekleri bilinen birer “boş sloganlar partisi” haline geldiler?

-Nasıl da pervasızca, sermayenin bir krizini bir başka krizle çözme formüllerine yalancı şahitlik yapmaya başladılar?

-Ne oldu da, burjuvazinin parlamento koltuklarına yerleştiklerinde ya da iktidar ortağı olduklarında, her türden “mahcubiyeti” üstlerinden atarak, “göğüslerini gere gere” ve utanmazcasına, doğrudan sermayenin gereksinimlerini uygular hale geldiler?

-Nasıl oldu da, hiçbir çekince göstermeksizin “kendi emperylistleri”nin sadece politik/diplomatik değil, silahlı saldırganlığına oy vermeye başladılar?

-Büyük bölümü sistemin dişlilerine takılmış birer bürokrasi aparatına dönüşen işçi sendikaları, bunca açıktan sınıf ihanetine nasıl cesaret ediyorlar?

Bugün eksik olan ne?

ANIMSATMA:

Çokları bilmiyor. Geçen yüzyılı birer yetişkin olarak yaşayanlardan bazılarının kafaları öylesine boştu ki, ayırdına varamadılar. Bilenlerin ya da tahmin edenlerin çoğunluğu da, ne yazık ki, unutmuş/unutturulmuş görünüyor. İhanetler de cabası.  Böyle olunca, sonradan gelen nesillere aktaranların sayısı da giderek azaldı. Onun için inatla, her fırsatta bir kez daha anımsatmak gerekiyor:

Birincisi, bu ülkelerde bir zamanlar iktidar koltuklarında oturmasalar, hükümet kurucusu olmasalar da, siyaset sahnesinin en solunda yer alan ve emekten yana olma iddiasındaki her türden “sol”a ayar veren komünist partiler vardı. (Bugün artık ya çoktan kapatıldılar, ya da bir zamanlar sosyal demokrasinin gördüğü işlevi üstlendiler. Onlar erozyona uğrayınca, solun tamamı sağa kaydı. Sosyal demokrasi de liberalleşti. Hepsi sisteme uyum sağladılar. Elbirliğiyle kapitalist sistemi ayakta tutmaya, onun belirlediği sınırları içinde yüzeysel iyileştirme vaatleriyle kendilerini ve yığınları oyalamaya başladılar.)

İkincisi ve çok daha önemlisi: İster karşı olduklarını ilan etsinler, ister şiddetle eleştirsinler, ister her türlü sapma içinde olsunlar- gerek komünist partilerin, gerekse emekten yana olma iddiasındaki her türden partinin/hareketin varlığından güç aldığı bir faktör vardı: Sovyetler Birliği ve sosyalist sistem!

Sadece işçi sınıfı hareketi  için de değil... Salt onun varlığı, sömürgecilikten kalan bölgelerdeki halkların ulusal kurtuluş hareketleri için de bir güç ve güven kaynağı oluşturuyordu. Bunların her birinin zaferi kendi ülkelerinin bağımsızlığına kapı açarken, emperyalist sistem içinde bir gedik oluşturma olasılığı yaratıyordu. Her durumda emperyalizm, ayağını dek atmak zorunda idi. Onun yokluğu sayesinde, bu tür hareketlerin anti-emperyalist karakterinin üstüne kalın bir sünger çekildi. Şimdi artık karşı olmak bir yana dursun, en saldırgan odaklardan yardım dilenir, yeni emperyalist plan ve projelere taşeronluk yapmaya soyunur hale geldiler.

İKAZ:

Emperyalizmin global saldırısı... Neo-liberalizm... Falan filan... (Sanki burjuvazinin her yönden/her düzlemden saldırıları önceleri yokmuş gibi.) Komünistler sürekli olarak kendileri dışındaki olgulara işaret ederek bir çeşit şikâyet ve ağlaşmayı bırakıp, önce kendilerine bakmalıdırlar!

Sen... Marksist-Leninist parti ilkelerinden vazgeçersen... Sen sosyalizm hedefini gözden kaybeder, sistemi iyileştirme hesaplarına alet olmaya başlarsan... Sen önce kendine güvenmeyi, işçi sınıfının öncülerini örgütlemeyi bir yana bırakıp, gözleri kapalı elini nereye uzatacağını bilemez halde, müttefik ararken birilerinin koltukaltına sığınırsan... Sen...

Olacağı budur. Sen, sermaye sınıfına karşı bu sistemi temelden değiştirmek için siyasal iktidar mücadelesini, bu arada diğer sol partilere “ayar vermeyi” bırak, sendikaların ücret artışı ve çalışma koşullarını iyileştirmek için “basenlerini” kaldırmasına bile ilham kaynağı olamazsın!

Sen... Sen önce kendine bakmalısın.