Bana Yapılanı Ben Yapmayacağım!

Kıssadan hisse:
Çok eski bir yoldaşımın sohbet sırasında söylediklerini paylaşmak istedim.

Tam elli yıldır Komünistim. Daha 1960’ın başıydı. Ağabeyler tanıdım, bana Türkiye
Komünist Partisi’ni anlatan. Mustafa Suphi’yi, Karadeniz’de alçakça katledilen on beş
yoldaşı onlardan dinledim ilk kez. 1946’ları yaşamış, 52 tutuklamalarından geçmiş,
takipleri, fişlenmeleri, kovuşturmaları, hapishaneleri, işkenceleri tanımış komünistlerdi.
Çiçeği burnunda gepegenç bir delikanlıydım. Böylece gönül verdim işçi sınıfının
kurtuluşu için mücadeleye. Bir fabrikaya girip, çalışmaya başladım. Bilinçli bir proleterin
yapması gerektiğine inandığım ne varsa, hepsini yerine getirmeye çalıştım. Hemen
Maden İş'e üye olup, aktif sendikal çalışmalara katıldım. Sonra da Türkiye İşçi Partisi
saflarında siyasal mücadelede yerimi aldım. İşçi yataklarında, sömürü ve baskıdan
kurtuluşun yolunun sosyalist gelecekte yattığını anlatmaya koyuldum. Parti’nin bir ilçe
örgütünün kuruluşunda canla başla çalıştım...

Ve 12 Mart darbesi... Sokaklar kana bulandı. Yüzlerce insan demir parmaklıklar ardına,
üç gencecik devrimci darağacına gönderildi. Ordunun, devletin terörü kasırga gibi esti,
sel gibi aktı. (Meğer o hiçbir şeymiş. Sonradan anladık.)

Ama Türkiye sol hareketinin yeni baştan toparlanması gecikmedi. Ve ben 1974 yılında,
efsanelerini, kahramanlık ve fedakarlık öykülerini dinlediğim Türkiye Komünist Partisi’ne
üye oldum. Kıvancım ve sevincim sonsuzdu. Ve bir zamanlar bana o partiyi anlatan
ağabeylerime koştum. Yüreğimden taşan coşkuyu onlarla paylaşmak istedim. Öyle ya,
hayatıma ilk ışık tutan, bana yol gösteren, böylece tüm duygu ve düşünce dünyamın
değişmesine yol açan insanlardı onlar. Türkiye Komünist hareketinin neferleriydiler.
İşkenceler, hapis ve yoksulluklar karşısında boyun eğmemiş savaşçılardı.

Ben, “Türkiye Komünist Partisi... Bilen Yoldaş...” deyince suratlarını astılar. “Bula
bula muhacirlerin partisini mi buldun?” dediler. Bir zamanların kahramanlık öykülerini
anlatmayı bir yana bıraktılar. “Sen Salih Hacıoğlu’nun öyküsünü biliyor musun?”
diye başlayarak kırgınlıkları, küskünlükleri, anlaşmazlıkları, ihanetleri anlatmaya
koyuldular. “Biliyorum” dedim, “artık bunların hepsini biliyorum. Ama bildiğim bir şey
daha var. Onu da siz öğrettiniz bana: İşçi sınıfının siyasal mücadelesini başarıya
götürmenin tek yolu, Komünist partisinin saflarında birleşmekten geçer. Bunun dışında
başka hiçbir yol yoktur!”

Bu cümleleri bir zamanlar bıkmadan, usanmadan tekrar eden ağabeylerim, yine de
suratlarını astılar. “Şimdi” dedim, “bayrak tekrar yükseliyor. Bizim görevimiz de, bayrağı
kim yükseltiyorsa, onun yanında yer almaktır.”

Ve bana küstüler...

Henüz otuz yaşlarını bulmuş, bulmamış genç insanlardık. Bu ağabeylerin bilgilerine,
yaşam ve mücadele deneylerine şiddetle ihtiyacımız vardı. Bir zamanlar bana
Marksizm’i, Sosyalist devrimi anlatan bu insanlardan öğreneceğim daha çok şeyler
olduğunu, benim de onlara gençliğimle, ataklığımla yepyeni bir enerji akıtacağımı
düşünüyordum.

Ama olmadı. Onlar küskünlüklerin, kırgınlıkların, kızgınlıkların yükselttiği duvarların
arasında sıkışıp kalmışlardı. O duvarları yıkıp çıkamıyor, eski hesapların

karmaşasından kurtulamıyorlardı. Bizler sendikalarda, yığın örgütlerinde koşuştururken.
kızıl bayraklarla meydanları doldururken, “141, 142’ ye hayır!”, “Türkiye İşçi Sınıfının
Partisine Özgürlük!” belgilerinin ardında yürürken, “Bilen Yoldaş çok yaşa!” diye
sloganlar atıp, binlerce ağızdan Enternasyonal marşını söylerken, bazıları kenarda
durdular. Bizlere şüpheyle baktılar. Böylece giderek kabuklarına çekildiler. atalete
düştüler.

Ve bu ağabeylerim böylece bana küskün yaşamdan ayrıldılar, benim içimde de büyük
bir boşluk, hüzün ve hayal kırıklığı bırakarak.

Ardından ikinci fırtına geldi. Birincisini arattıran ve Türkiye’de Sol adına birikmiş ne
kadar değer varsa yerle bir eden bir fırtınaydı bu. Onu izleyen yıllara yenilgi, çaresizlik,
dağılma ve giderek kararan ufuklar damgasını vurdu. Bir zamanlar yığınların üstünde
yükselen kızıl bayraklar da görünmez oldu.

Aradan yıllar geçti. Tarihi boyunca her seferinde yenilgilerden, kan ve gözyaşıyla
ıslanmış yıkıntılardan yeni baştan doğan Türkiye Komünist Partisi’nin bayrağı bir kez
daha yükselmeye başladı.

On yılı aşkındır sabırla, inatla, adım adım ilerleyerek taşınan ve her aşamada biraz
daha yükselen bayrağa bakıyorum.

İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesini, sosyalizm hedefini gözden yitirmeksizin, onun
dışında hiçbir şeye biat etmeksizin ilerleyen bir partiyi gözlemliyorum. Gördüğüm, bir
yanda giderek artan sömürüye, yığınları karanlık geleceğe doğru sürükleyen gerici
kuşatmaya ve emperyalizmin ülkemizi ekonomik, askersel ve siyasal ablukalar altına
almasına karşı mücadele ederken, diğer yanda enternasyonalizmi elden bırakmayan bir
partidir.

Yunanistan sınırında Yunanlı yoldaşlarıyla kucaklaşan kadınları, Hatay sınırında Suriyeli
yoldaşlarıyla omuz omuza emperyalizmin kanlı savaş entrikalarını protesto eden Parti
üyelerini, caddeler boyu partinin yayın organı “Komünist”i satan, Parti bildirileri dağıtan
TKP’yi tanıtan gencecik komünistleri izliyorum.

Ve bir kez daha kendi kendime söz veriyorum:

Bir zamanlar bana yol gösteren ağabeylerimin yaptığını yapmayacağım!
Geçmişin hesapları içinde boğulup, bu gençleri yalnız bırakmayacağım!
Beynimde, kalbimde biriktirebildiğim güzel, haklı ve yiğit olan ne varsa hepsini
onlara aktarmaya çalışacağım!

Geçmişin tortularını değil, savaşkan geleneğini, geleceğim olan bu gençlere
taşıyan köprü olacağım.!

Bu genç insanların, bir zamanlar hissettiğim yalnız bırakılmışlık duygusunu ve
hüznü tatmasına izin vermeyeceğim!

...