“Aman savaş bitmesin!”

Türkiye'nin Güneydoğusunda bir savaş sürüp gidiyor. İnkâr götürmeyecek, laf salatasıyla, üstü örtülemeyecek bir gerçekle karşı karşıya bu ülke.

Kim ne isterse söylesin. İster terörist desinler, ister hain ya da alçak sayısı tam bilinemeyen Kürd gerillalar Türk ordusuna karşı, üstelik hiç de başarısız sayılmayacak bir silahlı mücadele yürütüyorlar.

AKP hükümeti ise her attığı adımla bu savaşın nedenlerini ortadan kaldırma ve bu çatışmaya barışçıl bir çözüm arama olanaklarını sıfıra indirgiyor. Başta Başbakan olmak üzere hükümet erkânının ağzından çıkan her sözcük yeni bir tehdit, yeni bir saldırı içeriyor. Gerek Güneydoğuda Türk ordusunun kahramanlıklarını alkışlarken, gerekse şehit cenazelerinde ilahiler okuyup, tekbir getirirken yaptıkları her açıklamada yangına benzinle gidiyorlar. Öyle ki, bunlar artık Kürd seçmenlerin seçimle meclise gönderdiği temsilcilerini de dıştalamanın yollarını aradıklarını açıkladılar. Bıyıklarını balta kesmeyeceği sanısına kapılmış olan Başbakan, bu konuda adalet mekanizmasına “gereken talimatı” verdiğini ifşa (itiraf) etti.

Yani, bunlar aslında tüm demagojik söylemlerine karşın, sorunun çözümünün salt askersel zora dayalı olduğunu ima ediyorlar. Dahası da var. Bununla da yetinmeyip emperyalist odakların taşeronu olarak sınır boylarında savaş kışkırtıcılığına soyunuyorlar. Yani, nereden bakarsak bakalım, militarist bir çizgiyi giderek kalınlaştırıyor, içte olduğu gibi, ülkenin komşularına karşı da temel politika haline getiriyorlar.

Bu süreçte bence anlaşılmayan ya da üzerinde yeterince durulmayan bir yan var: Askersel güce bunca vurgu yapan AKP taifesi hâlâ ordunun bir kesimiyle hesaplaşmayı bitirmiş değil. Davalar, tutuklu generaller falan filan kaç zamandır kamuoyunu meşgul edip duruyor. Bir yanda AKP kurmayları, diğer yanda her renkten liboş da bu çatışkıyı “ülkenin demokratikleştirilmesi”, “ordunun sivilleştirilmesi”, “ülkenin ordunun vesayetinden kurtarılması” gibi salt politik -bence göstermelik- nedenlerle açıklamaya ya da aklamaya çalıştı, hâlâ da çalışıyor.

Bense hep kendi kendime sorup duruyorum: “AKP’nin orduyla alıp veremediği şey salt politik midir? Yoksa işin içinde başka bir şey daha mı var?”

T.C. ordusunun başındaki kurmaylar bağımsız ve antiemperyalist karakterlerini yitireli onlarca yıl geçmişti. Onlar çoktan ABD emperyalistlerinin “bizim çocuklar”ı olmuş bulunuyorlardı. Büyük sermayenin her gereksinim duyduğu dönemde muhtıralar vererek, olmadı gizli-açık darbeler yaparak, canla başla görevlerini yerine getirmişlerdi. Bu ordu en ağır silahlı saldırısını 12 Mart ve 12 Eylül’de işçi sınıfına, Türkiye’nin aydınlığına karşı yaptı. Üstelik 12 Eylül’deki açık faşist darbesinin ardından din tacirlerine yol döşeyen, onlara siyasal arenada at koşturacakları alanlar açan yine bu askerler değil miydi? Yeni taşeronların bu sadık hizmetkârlara saldırması salt politik nedenlere dayanabilir miydi?

Kimdi AKP’lilerin ezip yok etmeye çalıştığı bu omzu yıldızlarla, göğsü madalyalarla süslü askerler?

Biraz gerilere gidelim. Birilerinin demokrasi adına hâlâ övüp durduğu 1960 devirmesi ardından ordu erkânının ekonomik durumu da “devrimci” yoldan değişti. Sonuç sadece birkaç kentte kurulan “Alyans Apartmanları”ndan ibaret kalmadı. Darbe öncesi mütevazı maaşlarıyla devlet hizmeti yapan ordu kurmayları aniden zenginleştiler. OYAK falan derken, sanayi ve ticarette söz sahibi olan sermayedar sınıfına katılmaya başladılar. Aralarında, ellerinde topladıkları hisse senetleriyle milyoner olan generaller türedi. Emeklilikten sonra özel şirketlerin yönetim kurullarına girmeler falan bilinen hikayeler.

Laf değil, söz konusu olan, NATO’nun ikinci büyük ordusu ve onun kurmay sınıfıdır!

495 bini NATO kapsamında sayılan, toplam sivil ve üniformalı mevcudunun 720 bin civarında olduğu söylenen bu ordunun kaç çift çoraba, kaç çift postala gereksinimi vardır? Yılda kaç üniforma, palaska, matara falan eskitmektedir? Ne kadar teçhizat kuşanmaktadır? Her gün kaç bin ton yiyecek tüketmekte, kaç bin litre su içmekte ve başka ne hacetler görmektedir? Nice savaş uçakları, tanklar, helikopterler, çeşidi bol taşıtlar kullanmaktadır? Bunların bakım, tamir, yedek parça masrafları ne kadardır? Kaç bin ton yakıt harcarlar? Dikkat daha toplara, mayınlara, hafif silahlara, el bombalarına falan gelmedik. Tüm bu silahlar, bu dev arsenal ne kadar mermi tüketir? (Güneydoğuda taşı toprağı dövdüklerini televizyonlarda izliyoruz.)

Bütün bunları kim üretir? Kim bu orduya satar? Kim bu satışlara aracılık, bilirkişilik yapar? Kimler bu ticaretten ne komisyon alırlar? (Sorum havaya, çünkü bunların ayrıntıları devlet sırrıdır. Kim bu paraları sayar, kim sayılanı denetler bilinmez.)

Ve sözüm ona “milli” savaş endüstrisi...

Şimdi AKP ülkenin milli savaş endüstrisini kurmakta olduğu propagandasını yayıyor. Kürd halkına karşı kışkırtılarla bezenmiş milliyetçi söylemler, komşu devletlere karşı tehditkâr çıkışlar arasına sıkıştırılmış bir reklamdır gidiyor.

TRT’nin 10 Şubat’ta ekranlara gönderdiği “Büyük Takip” programı aklıma takılıp kaldı. Spiker “Savaş araçlarından bahsediyoruz. Dünyanın kaderini değiştiren teknoloji harikası icatlar ilk duyulduklarında ölümü çağrıştırsalar da, ülkelerin kaderi bunlara bağlı. Çünkü savaş teknolojisi gelişmiş olan ülkeler ekonomik ve politik olarak çok güçlü hale geliyor.” diyerek sunmaya başladığı reklam programında “milli” uydu projesi Göktürk’ten, “milli” tank projesi Altay’dan, savaş helikopteri(miz) Atak’tan, insansız hava aracından falan gururla seyircilere bahsetti. AR-GE’den, ASELSAN’dan, TAI’den, TIMOSAN, HAVELSAN, ROKETSAN, TUSAS falan bir dizi “SAN”dan bahsetti. Bu arada kısaca değinilip geçilen bir nokta var. Ve işin asıl özü burada yatıyor:

Bu sanayi, birbirinden özel 20 şirket üzerinden yürüyormuş. Ve bu şirketleri özel yapan, sadece uzmanlık alanları değil, aynı zamanda özel sermaye katılımlı olmalarıymış.

Vee... Savunma Sanayii Müsteşarı Murat Bayar’ın söylediğine göre, bu işe 15 milyar lira ayrılmış!

Dananın kuyruğu işte burada kopuyor.

Merak ediyorum: Bu özel yatırımcılar kimlerdir? Bunlar ne kadar yatırıp, ne kadar kazanacaklar? Bu paradan başka kimler nasiplenecek? Aracılığı, komisyonculuğu kimler yapacak? (Tabii bu da devlet sırrıdır. 50 yıl açıklanmamak üzere gizli dosyalar arasında arşivlerin karanlıklarında saklanır. )

Ve soruyorum: AKP’nin, bir zamanlar aynı yolun yolcusu olan generallerle çatışmasının asıl nedeni bu olabilir mi acaba?

Bir soru daha var aklımı kurcalayan: Savaş endüstrisine bunca yatırım yapanlar (her kimlerse) “Aman savaş bitmesin! Hâttâ yenileri de çıksın!” diye ellerini ovuşturmazlar mı?