Berkay Kemal Önoğlu

"Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir."

Özel’in şahsında Yeni Osmanlı’nın hoşnutsuz aktörleri

Berkay Kemal Önoğlu

Geçtiğimiz hafta Özgür Özel’in New York’taki Türkevi önünde basına verdiği demeç, Türk dış politikasının son yıllarda takip ettiği çizginin ne kadar geniş bir sermaye mutabakatına dayandığını göstermesi açısından son derece önemliydi. “Bizimkiler rüşvet vermez, varsa öyle bir şey misliyle mukabele edilmiştir” türü acemice bir değerlendirmenin iç politikada Özel’e elbette maliyetleri oldu ve sözleri çok konuşuldu. Ancak bu durum bana kalırsa Türkiye’nin taşıdığı emperyal vizyonun bu gibi başlıklarda öne çıkan bütünleştirici işlevi açısından daha da dikkat çekiciydi. Bir yeni-Osmanlı tablosuydu ortaya çıkan ve eski-Osmanlı’dan yoğun esintiler içermekteydi.

Bugün Türkiye’deki “muhalefet” cephesine ve bunun toplumsal algıdaki yerine bakınca ciddi bir devrimci yapının kendini o muhalefetten ayırma kaygısı taşımaması imkansız hale geliyor. Ama öte yandan söz konusu imparatorluk siyaseti olduğunda modern anlamda “muhalefet”ten söz etmenin de pek mümkün olmadığını anlıyoruz.

Osmanlı Devleti’ne tarihsel sosyolojik perspektiften yaklaşan, özellikle toplumsal yaşantının kavranması hususunda ciddi eserler veren Karen Barkey imparatorlukta muhalefet-hoşnutsuzluk denklemine dair önemli tezlere sahip. Barkey kabaca, imparatorluğun evrensel hükmetme iddiasını sorgulamayan ve ayağını bu iddianın dayandırıldığı tanrısal zeminin dışına basmayan hiçbir yapının muhalif olarak nitelendirilemeyeceğini, bunların esasta emperyal iktidarın unsurları olduğunu ifade ediyor. Buna göre imparatorluk yapısının biçimlendirilmesi, dönüştürülmesi, kökleşmesinde de bu türden hoşnutsuz unsurların üstlendikleri misyon son derece kritik. Osmanlı’da örgütlenme becerisi geliştirmiş "hoşnutsuzlukların" emperyal yönetim tarafından içerilmesi neredeyse bir norm olarak bile kabul edilebilir.

Gelelim Yeni-Osmanlı’ya… Bu kavramı Türkiye’de siyaseten ilk kez kullanan ve özellikle Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin rolünün iyi anlaşılması için kitlelerle tanıştıran Türkiye Komünist Partisi oldu. Kavram 1923 Cumhuriyetinin fiilen ortadan kalkmış olmasının ötesinde kurulmak istenen yeni rejimin niteliğine de referans verdiği için toplum tarafından hızla kanıksandı. Elbette Türkiye’de Yeni-Osmanlıcılığın bir parti politikasının ötesinde anlam taşıdığının da aynı yaygınlıkta benimsenmesi son derece önemlidir. Sermaye sınıfının kuruluştan hemen sonra cumhuriyet fikrini bir ayak bağı olarak görmüş olduğu gerçeğini, kapitalizmin geliştikçe değişen ihtiyaçlarını, sermaye sınıfının yayılma ve nüfuz etme arzusunu, korkularını, ilhamlarını hesaba katmadan Yeni-Osmanlı tanımı yerli yerine oturtulamaz. Bizim bugünkü konumuzu da işte tam bunlar oluşturuyor.

AKP iktidarının karşı-devrim sürecinde üstlendiği özgün misyonu ve sermaye sınıfına kazandırdığı yeni ufukları elbette görmezden gelmiyoruz. Fakat esasta hüküm sürmekte olanın sermaye iktidarı olduğunu ve bu iktidarın kuruluştan çok kısa bir süre sonra çıkarlarını halkın çıkarlarından süratle ayrıştırdığını hep en başa yazmak zorundayız. Karşı-devrimci sürecin başını bu sınıf çekmiş, sonunda dümeni Yeni-Osmanlı’ya bu sınıf kırmıştır. Devlet yapısı, siyaseti, ideolojisi, ekonomi-politiği, tarih okuması ve toplum projeksiyonuyla bugün yerleştirilmek istenen bu Yeni-Osmanlıcı doğrultudur.

Peki bu doğrultu içinde "muhalefetin" konumu nedir?

Eski Osmanlı’da emperyal rejim içinde muhalefeti imkansız kılan tanrısal sorgulanamazlığın bugün hâlâ varlığını koruduğu rahatlıkla söylenebilir, ama tek bir farkla… Bu kez sistemin sorgulanamazı padişahın evrene hükmetme yetkisi değil sömürü, sömürü ve daha fazla sömürü olmuştur!

Türkiye’de sömürüyü sorgulamayan sistem içi aktörlerin hiçbiri modern anlamda muhalefet unsuru olarak görülmemelidir. Onlar ancak emperyal iktidarın hoşnutsuz unsurlarıdır ve bu unsurlar sermaye çıkarlarının tanrısal sorgulanamazlığını kabul ettikleri sürece, yönetimin verili konjonktürde gösterdiği esneklik ya da katılığa bağlı olarak dönüşebilir, sisteme bağlanabilirler.

Yeni-Osmanlılaşma sürecinde en kritik dönüm noktası olarak ise 12 Eylül işaretlenebilir, karşısındaki direnç unsurlarına en büyük darbeyi indirmiş, AKP dönemine kapı aralamıştır. Karşı devrim süreci AKP döneminde galebe çalmış, cumhuriyet yıkılmıştır. Fakat eski rejimin yıkılması ile yeni rejimin kurulması elbette bir ve aynı şeyler değildir.

Hayat boşluk tanımıyor. Bu uzun soluklu karşı-devrim süreci alternatif bir toplumsal kurtuluş projesi gerçekçi biçimde ete kemiğe büründürülemediğinden, zaman içinde toplumu yordu, örgütsüzleştirdi, kademe kademe dinamizmini yitirmesine neden oldu. Fakat AKP kurmaya çalıştığı rejime yerleşiklik kazandıracak geniş bir toplumsal mutabakat zeminini hiçbir zaman yakalayamadı. Buna dönük girişimleri de birden fazla kez duvara tosladı. Bugün de Türkiye’nin yaşadığı şiddetli geriye gidiş, iktidara yakın kesimleri de içine alarak halkımızı köklü ahlaki, vicdani sorgulamalara ittiriyor. Bunlar siyasal, kültürel, ideolojik koordinat düzlemine yansıyacak sorgulamalar ve böylesi bir geçişkenliğin de AKP'nin niyetlendiği türden bir inşa süreci için elverişli ortam sağlamadığı çok açık...

Sonuçta geride bıraktığımız AKP’li yıllarda Cumhuriyete yönelen şiddetli saldırıların düzen siyaseti içinde hiçbir ciddi dirençle karşılaşmamış olmasını, yukarıda ifade edildiği gibi, emperyal vizyonun bu cephedeki bütünleştirici etkisiyle beraber değerlendirmek gerekiyor. Deli gömleğini giymemekte kararlı olduğu için defalarca kez baş kaldıran ve savaşan Türkiye toplumu düzen partileri tarafından her seferinde sahipsiz ve yolsuz bırakıldı. O partiler aslında çoktan Osmanlı olmuşlardı.

Cumhuriyetçiliğin bir taraftan bu ülkenin kurucu dinamiğiyken diğer taraftan düzen dışına itilmiş olması; iktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partilerinin bazen örtülü bazense açıktan cumhuriyet düşmanı pozisyon almaları; kimisinin Sevr’e, kimisinin Abdülhamit’e ama hepsinin Osmanlı’ya referansla siyaset yapmaları emperyal paradigmanın siyasal alandaki geniş kapsama alanını gösteriyor.

Üzerine yapılmış bütün anakronik değerlendirmeler bir kenara, Şeyh Bedreddin İsyanı’nın enteresan yanı Osmanlı’nın kuruluşundan yaklaşık 100 sene sonra kuruluş dinamiklerine çok benzer bir çizgiyi düzen dışı bir formda örgütleyebilmiş olmasıydı. İsyan önemli bir iktidar boşluğuna doğmuştu ama asıl gücü dahil etme stratejisinin bu örnekte geçerliliğini yitirmesinden ileri geliyordu. Bedreddin emperyal yönetimin rahatlıkla devletle bütünleştirebildiği ortalama sufilikten farklı, düzen dışı bir karakter barındırıyordu. Bugüne taşınan mirası en önemli mirası budur.

Bizler hoşnutsuz Osmanlılardan değiliz. 100 sene sonra yeniden, tanrısal sorgulanamazlığı reddederek, Cumhuriyet diyenlerdeniz. 

Sömürüye dokunmadan, sömürücülerle hesaplaşmadan Yeni-Osmanlı'yı reddetmenin, Cumhuriyetçiliğin imkanı kalmamıştır.
Yaşasın emekçilerin Cumhuriyeti!