"Geri kalan her alanda cepheyi terk edip, kimlikçilik yapıp, sınıfı bölüp 'işçi gündemi' dedikleri alanda işçiyi hatırlayanlar işçicilikle ellerini yıkamaya çalışmaktan vazgeçsinler."
'İşçi Gündemi' nedir?
Berkay Kemal Önoğlu
Artık konu işçiler olduğunda sanki toplumu oluşturan birçok farklı kesimden herhangi biri hakkında konuşuluyormuş gibi bir his uyanıyor ve meseleye ancak o kadarlık bir ilgiyle yaklaşıldığına şahit oluyoruz. Bu konuda okumak, konuşmak, dinlemek, tepki vermek yani her tür etkileşim aynı yabancılaşmadan nasibini alıyor. Dış politika, iç politika, ekonomi, bilim, spor, sanat, kültür konuları ve bir de işçiler… Bu haliyle işçiler kamuoyunu meşgul eden gündemler arasında “rating”leri en düşük seyredenler arasında!
Bu işte bir yanlışlık var. Belki de yanlış olan işçilerin gündemlerinin, yani dillere pelesenk olmuş haliyle, “işçi gündemleri”nin diğerleri içinde kendine özgü ayrı bir kategori teşkil ettiği fikridir. Sorgulanmadan kabul edilen, ezberletilen yanlış belki de budur, bir tuzak…
Peki ama nasıl toplumun kahir ekseriyetini oluşturan işçi sınıfı böyle bir tuzağın içine çekilip kendine yabancılaşıyor, uzaklaşıyor? Potansiyel olarak toplumu temsil etme gücüne en fazla sahip olan bu sınıf nasıl alelade bir “kesim” gibi ele alınabiliyor?
Sorunun oldukça geniş ve kapsamlı bir yanıtı olacağı açık ve yanıtın bir boyutuna da yukarıda çok kısa değinmiş oluyoruz. Ancak bu yazıda meselenin işçi sınıfı cephesinden kaynaklanan boyutları üzerinde daha fazla duralım ve “işçi” kategorisinin toplumdan ayrıştırılabilmesinin öznel nedenleri üzerine düşünelim. Bu düşünce de bizi doğal olarak işçi sınıfının bir sınıf olarak toplumsal arenada boy gösterebilmesinin koşullarına ve toplumu temsil etme iddiası kazanmasının yaratacağı farklara götürecektir. İşçilerin yaşayışlarının, beklentilerinin, taleplerinin, bazen direnişlerinin kamuoyunda sanki küçük bir azınlığın dertleriymiş gibi ele alınmasının önüne geçecek olan işte tam da budur. Hayatın geri kalanından ayrıştırılmış bir “işçi” kategorisinin yıkılıp atılması ve her tür gündeme yaklaşımda kendisini hissettiren açık, birleştirici bir sınıf tavrı…
Bu sınıf tavrını nereden kuracağız? İşçileri birleştiren en güçlü zemin neresidir?
Buna yanıt verelim derken çok yaygın ve ölümcül bir hata yapılıyor. Ve tam da bu hata işçi sınıfını yukarıda sözünü ettiğimiz tuzağın içine çekiyor. İşçi sınıfını siyaset alanı içinde tek bir departmana sıkıştıran ve küçülten bir hata. “İşçilerin gündemi” adında farklı bir kategori oluşturan ve işçilerin sesini kesen bir hata: Ekonomizm.
İşçilerin birliğini oluşturan koşullar sömürü mekanizmalarına bağlıdır evet. Temel çatışma işçi sınıfı ve sermayedarlar arasındaki uzlaşmaz çelişkiden doğmuştur ve işçileri en büyük planda birleştiren, onlara tarihsel nitelik kazandıran zemini işte bu çatışma oluşturur. Peki işçiler ve patronların cepheleşmesi yalnızca hayatın geri kalanından yalıtılmış bir ekonomik zeminde mi sahne alır? Hayır elbette… Dış politikada, iç politikada, eğitim, sağlık gündemlerinde, ekonomide, bilim, sanat, sporda, kültür meselelerinde işçiler ve patronlar birbirlerine cephe almış durumdadır. Bunu nasıl yok sayabilir ve ağzımızın tadı kaçmasın diye görmezden gelebiliriz?
Bu temel çatışma zemini bütünseldir. Her alanda, hayatın tümünde objektif olarak işçilerin cephesi kuruludur. Bu bütünselliği görmeyen bir yaklaşımın daraldığı ekonomi alanında bile işçilerin birliğini sağlayabilmesinin imkanı yoktur çünkü;
İşçilerin sektörleri, aldıkları ücretler, dinleri, mezhepleri, milliyetleri, cinsiyetleri hep farklıdır… Yalnızca bu farklılıklar etrafında şekillendiği için verili siyasal atmosferde doğal olarak destekledikleri partiler de farklıdır… Ve bu partilerin arka bahçeleri haline geldikleri sürece işçi sınıfının sendikaları da farklıdır…
Hayata yalnız ekonomik planda işçilerin gözünden bakıp kalan bütün alanlarda düzen siyasetine, kimlik siyasetinin sınıfsal ayrımları perdeleyen gürültüsüne teslim olunduğunda işçilerin birliği bir hayal olmanın ötesine geçmezdi. Çünkü kimlik siyaseti yerin dibine batmadıkça işçiler kendi çok parçalı yapılarını değiştirebilecek kaynaklardan mahrum kalmaya devam ederlerdi.
Oysa işçilerin birliği sermayeyi yenecek… Bu çok yaygın sloganın aynı zamanda dünyayı tersyüz edecek ve karşısında başka hiçbir tezin tutunma şansı bulamadığı bir gerçekliği ifade ettiği çok açık.
Siyasete işte bu birliğin koşullarını oluşturma önceliği ile yaklaşmak zorundayız. Kendinden başka bir hayat ve dünya olmadığını bilen, işçiliğinden güç alan ve sınıf aidiyeti taşıyan işçiler memleket gündeminin merkezindedir. Bu olmadığında ise işçinin sesi cılız ve belli belirsiz bir tonda duyulmaya devam eder. Bu tarihsel iddianın yakınından geçmeyen bir işçi hareketi kendi içinde birbirini suçlamaya, birbiriyle kavga etmeye başlar. Ücret pazarlığına sıkışan bir mücadele alışkanlığının toplumun genelinde nasıl karşılandığını, sınıf mücadelesine belli açılardan nasıl zarar verdiğini defalarca gördük.
İşçiler haftasonlarında aileleri, sevdikleri, arkadaşlarıyla mutlu ve huzurlu vakit geçirebilmeyi, sakin ve öngörülebilir bir çalışma hayatını, her gün uykudan yenilenmiş ve zinde uyanabilmeyi ve bunun mümkün olabileceği kadar mesaiye sahip olabilmeyi ister. Uzaklaşabilmenin, kafa dağıtabilmenin, gezip yeni yerler görebilmenin hayal olmadığı yıllık tatil imkanı olsun ister. İnsanca yaşayabileceği bir evi olsun, çocuklarını rahat okutabilsin, hastasını tedavi ettirebilsin ister. Mutlu bir hayatın koşulları içinde sayabileceğimiz pek çok başka maddi ihtiyaç da olabilir. Ancak bunların her biri için verilecek mücadele de yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bütünsel nitelik taşımalıdır. Öyle olmadığında, yani yalnızca maddi zemine sıkışıldığı bir durumda bu talepler kolektif olmaktan uzaklaşır ve kişiselleşir.
Kişiselleştiği tabloyu ise bir düşünün; işçiler ve patronlar arasındaki fark yalnızca bu maddi ihtiyaçların mütevazılığı ve bayağılığı arasındaki farka daralmış olacaktır. İşçiler patronların yaşantısına özenerek ömür geçirecek ve bu durumda toplumun yüzde 99’unu da oluştursalar da hiçbir zaman toplumu temsil etme gücüne erişemeyeceklerdir.
Kısa yoldan köşeyi dönme uğraşına girer, kumar batağına düşer, borsayla meşgul olur, alkolizme saplanır, uyuşturucuya meyleder, mafyaya fedai olabilirler…
Başka bir kültür diyoruz… Bu kültür nereden beslenir? Maddi taleplerin mütevazi düzeyde kalması ayrı bir kültürün yeşermesi için yeterli midir? Hayır, ayrı kültür ayrı siyaset demektir. Bu siyasetin en önemli unsurları eşitlikçilik, kolektivizmin yalnızca sendikalizmden beslenmesi mümkün değildir. Tersi doğrudur. Sendikal alan bu bütüncül ve evrensel iddiadan beslendiği ölçüde bir anlam taşıyacaktır.
Dünyada bizim cephemizi bizden başka kimse açamaz. İşçinin kendi davasında, tarihsel haklılığına zarar verecek her tür yaklaşım bizden uzak olsun. İşçi sınıfının toplum için, ülke için, dünya için taşıdığı iddiayı küçülten, işçiyi ücret pazarlığına hapseden her tür küçültücü tavır da yerin dibine batsın. Geri kalan her alanda cepheyi terk edip, kimlikçilik yapıp, sınıfı bölüp “işçi gündemi” dedikleri alanda işçiyi hatırlayan, onun cephesinde görünenler işçicilikle ellerini yıkamaya çalışmaktan vazgeçsinler.
Kimlikçilik için, kimliklerden bir kimlik olarak yapılan işçicilik için, ekonomizm için deniz bitmiştir.
Her cephede, fabrikada, meydanda, okulda, tarlada olduğu gibi Türkiye’de ve dünyada da yalnız işçi sınıfı diyeceğiz. Onun penceresinden bakacağız. Onun cephesini tutacağız. İşçiler var!