Zor başlık

Zorsa, zorluysa, bin bir handikap içeriyorsa, mecbur, üstüne gideriz. Kemal (Okuyan) soL’da yazdı: “… ‘uluslararası gözlemciler’ iması çaresizlik nedeniyle dahi ağza alınamaz.” Bundan birkaç paragraf yukarıda da şöyle demişti: “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin bildirisi böylece tartışılabilir olmaktan çıktı. Diktatörün emriyle soruşturmalar, ev baskınları, mafyöz tehditler, gözaltılar… Bu saatten sonra nesini tartışacaksın, nesini eleştireceksin! Kalsın.”

Doğrudur. Geriye dönük tartışmalar kalsın.

Lakin bunun ilerisi de var. İleriki günlerin nelere gebe olduğunu Hatip Dicle söylemiş oldu aslında. Geçenlerde haber olan konuşmasının iki yönü var dikkat çekilmesi gereken.

Bir: Oslo görüşmelerinde İngilizler varmış. Demek, ta toplantı tutanakları sızdığı zaman “kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu halka açıklayın” çağrımızda sonuna kadar haklıymışız.

İki: Başkanlık sistemi konusunda da ABD’yi önermiş Dicle… Yeni Oslo’larda sadece İngilizler olmayacak anlaşılan!

Barış Bloku tarafından düzenlenen bir toplantıda söylenen bu sözler barış sözcüğünün ne hale geldiğinin resmidir. Son birkaç yüzyılın en acımasız katliam ve soykırımlarının icracısı iki emperyalist devlet, adı geçenler. Barış bunlara mı kaldı?

Bu barış sürecinin nerden gelip nereye gittiğine ilişkin görüşlerimi defalarca yazdım. Tekraren özeti şudur:

Bir: Kürt dinamiğinin farklı rollere oturtulması amacıyla Kürt sorununun başkalaştırılması ABD’nin belirleyiciliği ve kararları çerçevesinde yürüdü, yürüyor. Bu belirlenime karşı bayrak açmayan tercihini bundan yana yapmış demektir.

İki: Bu çerçeveyi reddetmek düzenle hesaplaşmayanların harcı değildir.  

Üç: AKP’nin boynu bükük partnerlerle çalışmak ilke kararı var. Uzlaşma isteğinizi ilan ederseniz, İslam kardeşliği, Eşme ruhu falan derseniz, önce gayrı meşru Anayasa komisyonlarına, sonra gayrı meşru seçim hükümetlerine girerseniz, devreye de yüzlerce yıllık Türk usulü yönetme tarzı girer. “Madem öyle biraz daha budayalım…”

Gelişmeler üstünden, yani daha önce yazmadıklarımla sürdüreyim…

Dört: Bugün yaşanan çatışmalar bir statüko olamaz. AKP Türkiye’yi bir savaşa hazırlıyor. Adı böyle mi konur bilmem, ama eski deneylerden hareketle “dünya savaşı” diyebiliriz gibi görünüyor. Dünya savaşına hazırlanan içerisini tahkim eder. Bugünkü çatışma ortamı ise bölüyor, takatten kesiyor. Büyük savaş derken bir nevi statükoyu kastediyorum. Bugünkü Kürt savaşıysa statüko olamaz. En azından iktidar “sadece” boyun eğdirmek, kolu kanadı kırık bir hareketle masaya oturmak istiyor.

Beş: Yani sıra bir kez daha müzakereye gelecek. Amerikalıların geçen sonbahar Kürt dostlarına “birkaç ay sabredin” mesajında olduğu gibi! Kürt hareketi de böyle düşünmeseydi, birileri çıkıp soyut bir “sessiz tepkisiz Batı” eleştirisi yapmak yerine dünyanın en büyük Kürt kentinin İstanbul olduğunu hatırlarlardı. “Batı niye susuyor” sesleri bu “unutkanlık” örtülsün diye yükselmiş olmasın, sakın?

Altı: Bebek ölüleri, sokakta yatan ölüler… O sabır mesajının gereği olarak öldüler! Bu ne derin ve ne kadar da çok taraflı bir alçaklıktır! AKP, destekçisi medya. Sadece Akit değil, Doğan medya da. ABD. Emperyalist hegemonyayı Atlantik ötesine kaptırdığı an, genetik soğukkanlılığını takınarak bükemediği eli öpen Britanya. AKP’nin Kürt siyasetini baskılaması işine gelen ve destek veren Barzani… Siz devam ettirin kandan beslenenler listesini!

Yedi: Olayların kendisi AKP’nin asıl savaş hazırlığını tahkim etmek üzere bazı öğeler de içeriyor. “Uluslararası gözlemci” yani emperyalist müdahale seçeneğinin, AKP tarafından yutturulabilir hale gelmesi güçtü. Şimdi oluyor… Kürt siyaseti, iktidarın kendi başına dile getiremediği bu seçeneği AKP karşıtlığı adına talep etme noktasına geldi. Açık değil mi; AKP tek başına kalsaydı, yalnızca memleketin yurtsever-sol damarları karşı dururdu böyle bir gelişmeye. Ama bu karşı duruş çok önemli olur, iddia ediyorum, şaşkınlık verici biçimde toplumun mutlak çoğunluğuna, en geniş kesimlere mal olurdu. Şimdiyse, Türkiye tarihinde emperyalizme sığınma fikrinin, mandacılığın meşrulaştığı nadir ve acılı günlerden geçiyoruz.

Biz doğrularla baş başa kalmaktan korkmayız. Yalnızlıksa yalnızlık! Ama sadece yalnızlık da değil.

Değil, çünkü asıl soru şu: Yalanla, kanla, bombayla, imamla, hatiple üstünde tepinilen Türkiye’nin aydınlık birikimine hâlâ güveniyor muyuz?

Bu birikim mevcutsa, “haklı çıkmak” bir gurur vesilesi olmakla kalmaz. Bizim haklılığımız, gün gelir halkımızın geleceğini aydınlatır.

Biz o birikime güveniyoruz!

İnsanın hiç boyun eğmeyeceğine, Haziran direnişinde âşık olduğumuz halkımıza, işçi sınıfımızın tarihsel rolüne, devrimin mümkün olduğuna, örgütlü güce, örgütlü akla… “Haklı çıktık” demenin değil, bu ülkeyi değiştirmenin hazırlıklarını yapıyoruz.