Yeni rejim, yeniden mücadele

Birinci Cumhuriyet'in artık en son Haziran 2011 seçimleriyle noktasının konduğu saptaması kısa sürede bir genel kabule dönüşmüşe benziyor. Çoğu dönemeç gibi -veya istisnalar dışında her zaman olduğu gibi- bunun da geçmişe uzanan kaynakları olduğu açıktır. Birinci Cumhuriyet'ten ikinciye geçiş kanalları belli: Bizdeki kapitalizmin bir devrimci dönüşüme dayanmayıp halksız oluşu, aydınlanma dalgasını yükseltmeyip kara deliklerle bezeli bir alacakaranlığı tercih etmesi, emperyalizmi bertaraf etmeye değil emperyalizmin dostluğunu kazanmaya çalışması...

Kara deliklerin büyümesi egemen güçlerin işine gelmiş, bu tuhaf bağımsızlık nosyonu kapitalist-emperyalist sistemle tam boy bütünleşmeye dönüşmüş, halk dinamiklerini baskılamayı ilke edinen rejim bu gerilemeye karşı direnecek kuvvet, tutunacak dal bulamamıştır.

Dolayısıyla eski rejime, geleceğe açık halkçı, aydınlanmacı ve bağımsızlıkçı damarlar atfetmek, çok zamandır yanlıştı. Bu nedenle de Türkiye, dünyanın başka yörelerinde istisnai olarak mümkün olabilen demokratik devrim kategorisine kapalı kaldı, demokratik devrimcilik bir yanılgı oldu, sosyalizm toplumsal ilerleme ve devrimci dönüşümün biricik seçeneğini temsil edegeldi... Çok zamandır...

Ancak iki rejimden birinin yıkılmasını ve diğerinin onun yerini almasını, beklenmedik bir şok veya rastlantı olmaktan çıkartan iç bağıntılar var diye, geçişin ciddi bir dönüşüm olması görmezden gelinemez. Doğrudur her Ramazan ayında, örneğin merkez medya dinselleşir, Orta Anadolu kentlerinde oruçsuz gezmek riskli hale gelir. Ama 2011'in gericileşme açısından kabusa dönüştüğünü nasıl görmezden gelebiliriz? Zikirmatikler, kızma mübarek oyunları gözümüze sokulurken, bunca zaman “sabrettiklerini” düşünenler şortlu kızları döverken...

Doğrudur Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikası her zaman emperyalist bir çerçeve içinde anlamlandırılmıştır. Ama Kıbrıs'ın Britanya emperyalizmine karşı mücadele veren, bağımsızlıkçı Üçüncü Dünyanın önemli bir adası olmaktan çıkartılıp, iç savaş ve bölünme girdabına hapsedilmesinde Türkiye'nin oynadığı kesin rol, hâlâ analiz ve tartışma konusudur! Bugünse Suriye politikası Amerikan elçi ve uzmanlarının aleni gözetiminde, göstere göstere şekillendiriliyor. Herhalde kimse ABD ile Türkiye arasındaki koordinasyonun ille de Başbakanlık binasında kurulması gerektiğini düşünmüyordur. Mekan tercihi “göstermek” içindir.

İki rejim arasındaki geçişkenliği görmezden gelmek ve yalnızca kopuş varsaymak, solu, artık ahı gitmiş vahı kalmış eski rejim artıklarına öykünmeye yöneltir.

İki rejim arasındaki farkı görmezden gelmek ve “zaten böyleydi” demek, solu, zamandan ve mekandan, yani siyasetten kopartır.

Birinci ile ikinci cumhuriyetler köklü biçimde farklıdır. Birinciden ikinciye geçişse açıklanabilir, anlaşılabilir bir süreç ve mücadeleler içinde gerçekleşmiştir.

Bu yazıyı da, bu süreç ve mücadeleler içinde sol'un koordinatlarına ilişkin birkaç notla bitirebilirim:

Geride kalan son yıllarda, solun, genel olarak iki parlamento seçimi arasına, spesifik olarak 2011 Haziran seçimlerine tarihlediğimiz rejim değişimini, süreç henüz tamamlanmadan, “kaçınılmaz” sayması mümkün olamazdı. Şu basit nedenle ki, konuya böyle yaklaşan bir sol, memlekette bağımsızlık, aydınlanma, halk sınıflarının mücadele deneyimleri gibi açılardan elde avuçtaki birikimin üstüne bir çizik atılmasını engelleyemeyeceğini kabul ve ilan etmiş olurdu. Yenilginin erken kabullenilişinden mücadeleci bir gelecek türetilemez. Sol, sadece sonraki döneme bir değer taşıyabilmek için bile mücadele etmeli, rejimin gerici dönüşümüne direnmeliydi. Son ana kadar!

Somut ve stratejik olarak Türkiye'nin komünist solunun başat geleneği, “Cumhuriyetin değerlerini” üstünden sosyalizme sıçrayacağı bir mevzi olarak görür. Bu genel hatlarıyla doğrudur da. Sol, mücadele etmiş, değer biriktirmiş, ancak yaşanan köklü dönüşüme engel olamamıştır.

“Son an” gelip çattıktan sonra ise, sol, taşıdığı değerleri yeni bir bütünlük içinde yeniden yapılandırmak durumundadır. Sadece 2000'lerin ilk on yılında değil, 1920'deki doğumundan beri Türkiye'de solculuğun içine yerleştiği tarihsel çerçeve İkinci Cumhuriyet'le birlikte çatlamış bulunuyor. Bu saptama, aydınlanmacılığı, bağımsızlıkçılığı ve halkçı nitelikleri geçersizleştirmez, bunlarsız bir solculuk tanımını mümkün hale getirmez. Ama bunlarla sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi ve mesafeyi farklılaştırır.

Sol artık Birinci Cumhuriyetin değil İkinci Cumhuriyetin politik alternatifi olarak gelişmek, mücadele etmek durumunda. Sol, artık alternatifini oluşturmak ve aşmak istediği rejimin kimi tarihsel meşruiyet tanımlarını sahiplenmek ve bunları fethetmek gibi bir gündeme sahip değil çünkü alternatifini oluşturmamız gereken rejim böyle bir tarihsel meşruiyet tanımına sahip değil.

Sol şimdi tarihsel olarak gayrımeşru bir rejime karşı, kendi tarihsel meşruiyetini toplum sathında yeniden inşa etmek zorunda.