Üçüncü mavi

Darbe başarılı olsaydı, pratikte bugünkünden daha fazla baskı yaşanabilirdi tabii. Zaten uygulanamayan darbe bildirisinin sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı da bunun işaretiydi.

Ama 12 Eylül’ün bile kendisini geçici ve demokrasiyi kurtarma amaçlı olarak sunduğunu hatırlarsak muzaffer bir 15 Temmuz’un nasıl olacağını kurgulamak zor olmasa gerek.

Bir kere, emir komuta zinciri “zafer yolunda” ilerlerken yani yeterli güvence oluşur oluşmaz (!) kurulur, şimdinin direniş kahramanları Türkiye’nin nasıl da kötü bir duruma düşürüldüğünden, AKP yöneticilerinin basiretsizliğinden, teokrasi tehlikesinden dem vururlardı. Gülen’in kendisi daha birkaç ay önce Türkiye’ye laikliğin lazım geldiğini dillendirmemiş miydi?

İkincisi, işkence olmasına yine olurdu, ama işkencenin teşhirini bir politik araç haline getirmezlerdi. Demokrasi mücadelesine soyunan AKP faşistleri, vatan haini mezarlığı açan belediye başkanları, bebeklere tecavüz tehdidi savuran sapıklar, meydanlarda zikir çeken yaratıklar… Bunlar bir bütündür. Hatta Fethullahçıları tek tek salsanız, her biri bu parçalardan beterini yapacaktır! Ama organize bir darbe, Tayyip keyfiyetinin karşısına “düzen”i çıkartırdı.

Üç; yenilen günah keçisi yapılır. Ama aptal değiliz: Roboski’yi bir tarafın diğerinin üstüne yıkması dünyanın en kolay işlemidir. Hrant Dink’in öldürülmesini dönemin kontra örgütü olarak Gülencilere de yıkabilirsin, siyasi otoritesi olarak hükümete de. Rus uçakları için emir vermekle övünen Pensilvanya imamı değil başbakandı… Mesele yakın geçmişle hesaplaşma adına bazı göstergeler oluşturmaktır. Darbe aynı yöntemi tersine işletirdi ve tuttururdu.

Dört: Darbeyi deneyen ve püskürten taraflar, eski ittifakı bozdukları günden bu yana, bir iktidar için yeterli güç birikimine sahip olmaktan çıkmışlardı. Somut konuşalım, Erdoğan iktidarını ne Perinçek kurtarabilir ne de IŞİD veya El Nusra. Dolayısıyla bugün her iktidar taban genişletmek, müttefik aramak durumundadır.

Sonuç olarak; Türkiye taşıyamayacağı kadar gericilikle yüklenmiş, siyasetin merkezi çok fazla sağa kaymış durumdadır. Dağıldı, kırılıyor! Bulunan formül asla ve kesinlikle sağcılıktan vazgeçmek değil. Kimse direksiyonu sola kırmayacak, kırmaz, kıramaz. Ama sağcılık en meczup biçimleriyle ve sapkın sağcılara icra ettirilmek yerine toplumda sol olarak algılananlara veya solun desteğiyle yaptırılacak!

Bu tablo darbe başarılı da, başarısız da olsa geçerlidir. Her iki durumda ha bir hafta ha bir ay içinde yumuşama, mutabakat, karşılıklı anlayış laflarının göğü kaplaması zorunluydu. Taksim mitingi ve Saray zirvesi bu anlama geliyor.

Demek ki Üçüncü mavi dalga kaçınılmaz. Daha doğrusu solda CHP’cilerin rüyalarının maviye dönmesi kaçınılmaz.

Birincisi ve adını Bülent beyin gömlek renginden alan 1973 dalgasıydı. İkincisi Erdal İnönü’nün Süleyman Demirel’le kurdelasını kestiği demokratikleşme oldu (Altından Sivas katliamı, Hizbullah cinayetleri falan çıksa da!).

Üçüncüsü geçtiğimiz hafta sonu start aldı.

Bizzat Erdoğan’ın kendisi, tutuklu askere sürün emri verip kafasını tekmeleyen polis, şu ara Demokrasi şölenlerine katılıp düzenin boşluklarına yerleşmekte olduğuna kesin gözüyle bakabileceğimiz IŞİD, çok zamandır TÜSİAD’ı kıskandıran Tayyipçi para babası sürüsü bu değişime direnirler, ama ana akışı değiştiremezler. Pazarlığın ötesini zorladıklarında yeniden ellerinde patlar, tepelerine yıkılır. Motivasyonlarını hafife almayalım. Daha önce “Ya iktidar ya hapis” diyorduk durumlarını tarif ederken. Artık “ya iktidar ya ölüm” oldu! Canla başla direnirler...

Direnişin zayıf karnı, sağcılıktan, yani sömürüden, gericilikten, keyfilikten, karanlıktan taviz verilmeyecek olmasıdır. Yani biraz makyaj yapalım diyor “maviciler.” Ama tutmaz! Sağı sağla dengeleme oyunlarının çıkışı yok.

Çünkü; bir: Bülent ve Erdal beylerin hakkını yemeyelim. Bu yeminli anti-komünist, ama incelikli sosyal-demokratlardan birincisi 12 Mart’ın, ikincisi 12 Eylül’ün tahribatını düzen içi sınırlarda temizlemekle görevliydiler. Kemal beyin işi sürdürmek!

İkincisi: Her iki dönemde Türkiye’de hesaplaşma hakiki zeminlere değiyordu. İlkinde 15-16 Haziran’da işçiler daha yeni yürümüştü. TİP çözülmekte idiyse de sol 1965’e göre katlanmış olarak oradaydı. Gençliğin devrimci olması normal sayılıyordu… 12 Mart faşizmi bununla kavga etmişti. Ecevit bu kavgayı regüle edecekti.

Yirmi yıl kadar sonra, Bahar eylemleri daha yeni yaşanmıştı. Özelleştirme niyeti maden ocaklarında, tersanelerde patlıyordu. Bitti bu iş denmişken gençlik yine sola bakıyordu. Kürt hareketlenmesi dengeleri sarsıyordu… 12 Eylül faşizmi bunlarla kavga etmişti ve İnönü, -Demirel önderliğinde ama Demirel’in harcı olmayan bir renk katarak- bu kavgayı regüle edecekti.

Her iki örnek “düzen içi sol” örnekleridir. Lütfen biri bana Taksim bildirisinden bir satır sol göstersin!

Regüle etmeye niyetlenilen kavga İslamcı faşistlerle İslamcı faşistler arasında. Emekçileri, yoksulları, aydınları, gençleri, kadınları, Alevileri ilgilendiren konularda CHP’nin ne fikri var, ne de AKP’den farklı bir iddiası. Kılıçdaroğlu bombalar uçuşan bir ülkede keyfiliğe son verme, hukuk düzeni gibi sade suya tirit, içeriksiz tezlerle nereye gidebilir?

Sağcılıktan sola giderek kurtulursunuz. Toplumun ilerici damarlarını sömürüyle, karanlıkla hesaplaşmaya çağırırsanız aydına, işçiye enerji verebilirsiniz. Yangın yerinde “Bişi olmasıncılık” tutmaz. Nasıl Tayyip’e Doğu yetmezse, Kılıçdaroğlu mavisine de diğer sol yetmez.