Tekel ne kadar yük kaldırır?

İşçi sınıfımızın üzerindeki ölü toprağını bir türlü silkinip atamadığı, siyasetten dışlanmışlığına son veremediği, yıllardır kıvılcım olmanın ötesine geçen bir süreklilik geliştiremediği, kitleler halinde sağa oy vermeyi sürdürdüğü, sendikaların ise sözcüklerin yetmeyeceği bir atalete gömüldükleri koşullarda, Tekel direnişi olağanüstü yükleri sırtlamak zorunda kaldı. Biber gazıyla, her düzeyde baskıyla, devletin tepesinden hakaretlerle, soğukla, sendikacıların ikiyüzlülüğüyle uğraşan Tekel işçilerinden sınıfın birikmiş sorunlarını toptan çözmelerini beklemek insafsızlıktı.

Hal böyle olunca direnişin daha başlarından itibaren, “yarın bu iş bitse bile, kendimizi kazanmış sayabiliriz”, demeye yöneldi çoğumuz. Ankara'nın göbeğinde vahşi bir saldırıyı atlatmışlardı ya, o yeterdi. Çadırları kurmuş, başkent soğuğuna rağmen durmuşlardı ya, daha ne olsundu...

Aslında onlarca yıldır -bence Zonguldak yürüyüşünden beri- kıvılcımdan fazlasını görmemeye alışan solcular olarak, temelsiz bir zafer edebiyatı ile yakın geleceğin hayal kırıklığını hazırlama tehlikesinden kaçınıyor, her ileri adımı değerli kılacak bir strateji arıyorduk. Bu sezgisel arayışın afaki söylemlere ve slogancılığa tercih edilmesi, bence doğru olmaya devam ediyor.

Ancak Tekel işçisi de hep daha fazlasına doğru hamle yapıyor. Direnişin başından bu yana elde edilen kazanımların listesini çıkarmakta artık zorlanırız. Sakarya'dan esinlenen başka direnişler mi, hak aramanın meşruiyeti mi, AKP hükümetinin baltayı taşa çarptığının kanıtlanması mı, 4C statüsünde iyileştirme yapılmak zorunda kalınması mı, genel grevin ülke gündemine geri dönüşü mü... hangi birini sayalım!

Şimdi önümüzde, anladığımız kadarıyla hükümetin Danıştay kararı uyarınca yeniden belirleyeceği bir süre olacak. Bu yeni dönemin hedefi artık “direnmek” olmayacak!

Tekel işçilerinin mücadelesi sürerken Türk-İş'in ilk başkanlar kurulu toplantısına girerken AKP'li Mustafa Kumlu'nın sözlerini hatırlamalıyız: “Gündemimizde 4C yok.” Kumlu bunu defalarca tekrar ederek AKP'yi ve patronları teskin etmeye çalışıyordu. Dün Tek Gıda-İş başkanı Mustafa Türkel'in ortaya koyduğu hedef bu işi değiştirmiştir. Artık yeni dönemin ana hedefi 4C'nin iptalinden başka bir şey olamaz.

4C, özetle sermayenin işçi sınıfına uygun gördüğü yeni çalışma rejimidir. Örgütlenme, emeklilik, iş güvencesi, süre sınırı falan içermeyen bu akıl almaz düzenlemenin kısa sürede 125 bin kişiyi kapsamına alacağı ilan edildiğine göre bundan kuşku duyulamaz. 125 bini bu koşullarda çalıştırılan bir işçi sınıfından ne hayır gelir!

Evet 4C'yi yok etmek doğru hedeftir.

Gerçekçi mi değil mi onu boşverin. Elimizde önüne koyulanla tatmin olmayıp hep daha yükseğe uzanan bir işçi kesiti olduğunu unutmamalıyız. Bir gün sonra işsiz kalacağını bilen, bu yönde sürekli tehdit edilen bir topluluğun sadece küçük bir azınlığının 4C'ye imza atmış olmasının önemi iyi anlaşılmalıdır.

Yeri gelmişken, Danıştay'ın kararını son dakikada alarak işsiz kalma tehdidini azami süre gündemde tutmuş olduğu da not edilmelidir. Burada bir kasıt olmayabilir, ama sonuç açık: Tekel işçilerinin çoğunluğu işsizlik tehdidine pabuç bırakmadı!

İşsizlik tehdidine bile pabuç bırakmayan, kritik bir ara zafer kazanan ve arkalarında birkaç milyon yurttaşın coşkulu desteğinin olduğuna emin Tekel işçilerinin eli güçlüdür. Yine de, afaki şeyler söylemenin, içi boş sloganlar atmanın manası yok. Tekel işçisinin “şimdiden kazandığı” şimdi çok daha fazla doğru.

Lakin işçi sınıfımızın önündeki sorunların listesi -madem ki moral üstünlük ve inisiyatif “bizde”dir- yeniden yapılmalıdır.

İşçi sınıfının ekonomik, kendiliğinden, sendikal mücadelelerinin kalıcı kazanımlara varması, hareketin siyasallığıyla doğrudan ilgilidir. Ekonomik mücadeleye kapanan ve bunun doğrudan ürünü olarak düzen partilerine fit olan işçi sınıfının elinde ekonomik kazanım da kalmıyor! O halde şu doğru, çok daha gür biçimde dillendirilmelidir: Bugünkü mücadelenin en önemli yanı direnişçilerin siyasal yönelimlerindeki değişimdir. İki buçuk ayda onlarca işçi komünizmi seçmiş, mücadeleci işçilerde anti-komünizm sıfırlanmıştır. Bu değişim güçlendirilerek sürmelidir. Tekel işçileri bunu yapabilir.

Sendikacılara, tonla laf edip bir tek iş yapmama becerileri nedeniyle madalya takılmalıdır. Türkiye işçi sınıfına ekonomik ve siyasal, mücadele, örgütlenme, bilinç düzlemlerini birbirine yakınlaştıran yeni bir hareket modeli gerektiği açıktır. Sorun Türk-İş'in AKP'lilerden geçilmemesinden ibaret değil. Bu konfederasyonun ilerici muhalifleri, diğerlerindeki sosyal-demokrat veya devrimci unsurları da bağlamaktadır aynı sorun. “Tekel bizim işimiz değil” diye hisseden veya bu his doğrultusunda davranan sendikal unsurlar, verili statükonun parçasıdır. Tekel direnişi bu tabloyu masaya yatırdı. Bu masa yeni bir hareketin çalışma masası haline gelebilir.

Tekel işçileri kendileri için birkaç ay kazanmış değiller. Bu Türkiye işçi sınıfının bütünü için alınmış çok değerli bir kredidir.

Sol sendikacıların hükümetle karşı karşıya gelişine sahne olan 1 Mayıs modeli, emekçi kitleleri dışlamaktadır. İşin ilginç tarafı sol sendikalar açısından bu rahatsız edici bir yan barındırmıyor. Ama bizim yeni işçi hareketimiz kitlesel olmak zorundadır. O halde 1 Mayıs 2010 bu doğrultuda bir enerji kaynağına dönüştürülebilir.

Genel grev olarak 26 Mayıs tarihinin şaka olduğu belli. Muhtemelen 20 Mayıs gibi bir tarihte birileri toplanacak ve “önce sen” diye yeni icat bir oyun oynayacaklar. “Hastaneleri durdururum ama önce sen enerjiyi durdur. Olmaz önce uçaklar hayır önce otomotiv...” Ama bu oyunbazların elinden misketlerini almak ve yeni işçi hareketi adına patronların ve AKP'nin tepesine sallamak mümkündür. Şakacı konfederasyon başkanlarının belirledikleri süre neden başka bir amaç için kullanılmasın?

Tekel direnişine bu kadar yük bindirmek insafsızlık mı olur? Bilemeyiz. Ama bu yüke Tekel işçilerinin talip oldukları kesin.