Siyasette kimin kazanacağı önceden asla belli olmaz. Ama tarih gericilerden yana değildir.
Tarihin düğümleri
Aydemir Güler
Son günlerden üç gericilik temennisi...
Bir: Zorunlu eğitim sınırlansın, örneğin son dört yıl çıksın, ki çalışacak olan çalışsın, evlenecek olan evlensin…
İki: Hüda-Par’ın “Kemalizm illetinin memleketten çıkarılması” arzusu, ki bu, yerine her derde deva sayılmak üzere İslam geçsin, şeriat ilan edilsin anlamına geliyor…
Üç: Geçtim “Mustafa Kemal’in askeriyiz” demeyi veya Cumhurbaşkanına itiraz etmeyi, “Türkiye’nin otomobilini” beğenmeyenden devlet bankasının kredi politikasını eleştirene kadar herkese ceza yazılsın.
Bu talepler, bu delirtici düzenin delilerinin icat ettiği zırvalıklar değil. Öyleleri de pekâlâ olabilir. Sonuç olarak delirten bir düzen olan kapitalizmin aklı başında görünümlü yöneticilerden vazgeçtiği bir çağda yaşıyoruz. Dünyanın neresine baksak, görünümüyle misyonu gayet örtüşen liderlere rastlayabiliyoruz! Bu tipolojiye, amiyane tabirle deli denebilir, ağızlarından çıkan sözlerin de çoğu zırva olmaktadır.
Ama bu durum, örneklediğim üç temenni için geçerli değil. Bunlar belirli bir sınıfın çıkarının mantıksal sonuna kadar zorlandığı “uç yorum” örneklerinden ibaret.
Hakikaten sermayenin, emeğiyle geçinecek olan insanları sömürmeyi birkaç yıl ertelemeye bile sabrı yok… Neymiş, eğitileceklermiş! Olmasa da olur!
Batı dünyasının Doğu'yu ve Güney'i çocuk emeği yüzünden kınadığını, aşağıladığını, yaptırım uyguladığını biliyoruz. Ama sorunun esasen “haksız rekabet” olduğu, çoktan ilgili literatüre girmiş durumda. Bununla başa çıkmak için ya kendi çocuklarını da piyasaya süreceksin, ya da diğer ülkelerin çocuklarının çalışmasını önleyeceksin. Güç dengeleri, yerleşik normlar elveriyorsa, birincinin daha zahmetsiz, hatta sermayedarların üretim ve kâr tutkusu açısından daha uygun olacağı açıktır. Yani, okusa da işçi, okumasa da. Madem öyle…
Türkiye’de zorunlu eğitimi azaltmanın hatta mümkünse kaldırmanın ek bir “faydası” da, muhafazakârlığın “kanayan yarasına”, kızların “gözünün açılması” meselesine çözüm getirecek olmasıdır. Tabii bu yaşam koşullarında eve ekmek getiren nüfustan namus diye vazgeçmek zordur. Ama hem çalışmayıp hem de eğitim diye masraf çıkartana ne demeli!
Her durumda sermaye kazanıyor. Gericilik de kazanca kılıf imal ediyor. Yakında çocuğu eğitime zorlamanın özgürlüklere aykırı olduğunu “kanıtlayan” liberal bir bakış türerse şaşmayın!
Bizim sorumuzsa şudur: Türkiye’de temel eğitimi azaltmanın ve küçük yaştaki çocukları çalıştırmanın yasal ve meşru hale gelmesi mümkün müdür?
Toplumsal ilerlemenin geri alınması, mümkün olabiliyor elbette. Ama bunun bir sınırı da oluyor. Ne kadar geri alınabileceği yerine ve zamanına göre değişse de, kapsayıcı bir kural formüle edebiliriz. Toplumsal ilerlemelere büyük tarihsel olaylarla, devrimci dönüşümlerle “düğüm atılır.” Geriye gidiş ancak bu düğüme kadar olur.
Dünyanın bütününe damga vuran iki tarihsel olay var. “Büyük” Fransız ve “büyük” Rus devrimleri. 1789 ve 1917’nin temel ilkelerinin edindiği meşruiyet geri alınamıyor. Karşıdevrim yapılabiliyor, devrimler lanetleniyor, ama insanların doğuştan eşitliği, kadınların erkeklerle eşitliği, herkese çalışma hakkı, devletin temel haklara ilişkin olarak yurttaşlara sorumluluğu, tabii ki temel eğitim… bunlar “lağvedilemiyor.” Bunların hayata geçirilememesi geri kalmışlık sayılıyor, eksiklik utanç vesilesi sayılıyor.
Dünyanın bütününü kapsayan “devrim düğümlerinin” belirli bir ülkede geçerli olması için, yerel bir düğüme daha ihtiyaç duyuluyor. Bereket, Türkiye’de o var. Türk modernleşmesi 19. yüzyıl başlarında yola çıkar, ilki 1908, ikincisi 1923 olmak üzere iki ciddi devrimden geçer. Ondan sonra çocukların çalıştırılmasını, temel eğitimin kaldırılmasını savunmak meczupluğa indirgenmiştir. Asla yasalaştırılamazlar.
Hangi kurumları oluşturursanız oluşturun, ne gerekçe uydurursanız uydurun, gericiliğin bu kadarını norm haline getiremezsiniz.
İkinci ve üçüncü temenniler için de aynı akıl yürütmeyi tekrarlayabilirim. Türkiye’de şeriatçıların varlığı açık; kendilerini saklamıyorlar. Ancak bu, şeriatın ilan edilebileceği anlamına gelmiyor. Elimizde bir devrim var ve o devrim Türkiye’nin genetiğine işlenmiş durumda. Bu topraklarda modern bir devlet kurulmuş ve bu devlet herkese okul, her köye elektrik, hukuksal eşitlik vaat ederek kendisini geri alınamayacak bir taahhüdün altına sokmuş. Burada önemli olan, taahhütlerin ne kadarının yerine geldiği değil, neyin meşru olduğudur. Dünya çapında yani “büyük” devrimlerin insanlığa sunduğu değerler sistemi, özü itibariyle bizim ülkemize taşınmış, burada bir ulusal kurtuluş savaşı bağlamında yeniden üretilmiş. Bu işleme Cumhuriyet denmiş ve altına Kemalizm diye imza atılmış…
Değil meczupluğun partileşmiş haline sözcülük edenler, devletin bütün temel kurumlarının en tepesindekiler koro kurup hep bir ağızdan bağırsa, bu değerler sistemi, adı ve imzasıyla olduğu yerde durur. Gerilemenin sınırı vardır. İlerleme ise ancak mevcudun üstünden devam ederek yaşanabilir.
Hukuksallık da öyledir. Türkiye’nin “bir hukuk devleti” olarak tanımlanması, sıradan insanları ilgilendirmeyen ve onların anlayamayacağı bir terminoloji değildir. Keyfi, uydurma, herhangi bir meşruiyet arayışı içermeyen yasa ve uygulama olmaz. En baskıcı adımların bile bir hukuksallık dairesinde varlık kazanması, gerekçelenmesi gerekir. Bu Türkiye’nin sadece Cumhuriyet devrimiyle değil, ondan sonraki sınıf mücadeleleriyle, toplumsal kazanımlarla atılmış düğümüdür. Geriye gidilemez. Egemen güçler hukuk dışı yapılar oluşturabilir, katliam örgütleyebilir, yağma yapabilir. Ama bunları kural, norm haline getiremezler. Toplumun meşruiyet algısının içine sokamazlar…
Bunların her biriyle uğraşıldığı doğrudur. Bu bir mücadeledir ve sınırlar defalarca ihlal de edilmiştir. Mücadele sürmektedir ve hem yukarıdaki temenniler, hem yeni Anayasa zorlaması, hem –bir kez daha tekrarlamak pahasına hatırlatmam gerekirse- Bahçeli’nin tarihimizi “iki yüz yıllık uyku” diye damgalaması saldırının azgınlaştığını göstermektedir.
Ama ne zorunlu eğitim kaldırılabilir, ne küçücük çocukların çalıştırılması utanç olmaktan çıkarılabilir, ne modernleşme ve Cumhuriyet’in normları toplumdan kazınıp çıkartılabilir.
Burada ben de karşı-temennilerde bulunmuyorum. Veya “yaptırmayız” diye iddia etmiyorum.
Sözünü ettiğim maddi duvarlardır. Siyaset kurumu çok önemlidir ama yapabileceğinin tarihsel, toplumsal sınırı vardır. İşte o sınırlardan söz ediyorum.
Peki, bu kadar mı?
Hayır, gericiliğin önünde bir seçenek daha bulunmaktadır. O da kendisine sınır çeken yapıyı tamamen imha etmektir. Ülkenin nüfusuyla, devletin sınırlarıyla, toplumun bütün değerleriyle imhası halinde elbette düğüm falan da kalmaz... Ancak böyle bir hesaplaşma, birkaç on yıl boyunca ilerlemenin budanmasından farklıdır. Siyasette kimin kazanacağı önceden asla belli olmaz. Ama tarih gericilerden yana değildir.
Gerici temennilerde bulunanlar, kusura bakmayın, hesaplaşmaya yaklaştıkça şansınız azalmaktadır.