Aydemir Güler

Tarihin saatinin geri döndürülmesinin ilan edildiği günlerde, kimse kalkıp o ilerlemenin de çok zaafı olduğunu öğretmeye kalkışmasın. Hoş kalkışan olursa, yukarıdaki 1970 kararını hatırlatırız…

Reel sosyalizme ve moderniteye dair

Aydemir Güler

Önceki günkü Öcalan çağrısının pratik çıktılarıyla burada ilgilenmeyeceğim. Bundan sonrasında çatışmalar biter mi, Kandil’dekiler nerede yaşar, bir tür af çıkar mı, DEM Erdoğan’ın olası anayasasını da demokrasi diye sahiplenir mi; bütün bunlar önemli tartışmalar. En önemli ve değerlisi de, onlarca yıldır on binlerce insanın hayatına mal olan, toplumsal yaşamı ve siyaseti esir alan savaşın bitmesi, bitip bitmeyeceği, bitmesinin bedeli…

Bunlar tartışılır, tartışacağız… Ama çağrının arka planıyla, dayandığı teoriyle çok daha az ilgilenileceğine eminim. Ben de bugünlük buradan tutayım dedim.

Hani “dakka bir gol bir” denir ya; paragraf bir, ilk gol reel sosyalizme! 

Metin bilimsel bir görünümle başlıyor ve bize silahlı mücadele seçeneğinin belirli bir tarihsel bağlamda doğduğunu söylüyor. Tabii metin, bu bağlamı kabaca ve kısaca “kötü” buluyor. 

Kötülükler sıralanıyor: şiddet, dünya savaşları, soğuk savaş, Kürt realitesinin inkârı, özgürlüklerin yasaklanması ve… reel sosyalizm!

Reel sosyalizm dediğimiz şey, 20.yüzyılın “realitesinde” olabildiği kadarıyla sosyalizmdir. Reel sosyalizm bu acımasız gerçekliğin, savaş üreten düzenin parçası değil karşıtıdır. 1917 Bolşevik devriminden başlatırsak reel sosyalizm emperyalist savaşa, onun yarattığı açlığa meydan okumuştur. Rusya’yı savaşın dışına çekmiş, yağmacıların bütün bölgemizi aralarında pay etme planlarını ifşa ve sabote etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nı bitiren, Britanya ve ABD’nin, Sovyetler Birliği’nin sonunu getirsin diye umut bağladığı Nazizmi Avrupa’dan süpüren, yine reel sosyalizmdir. Bugün Avrupa demokrasisinin kalbi zannedilip ikide bir kapısı çalınan Brüksel’de, bir zamanlar Afrika’dan getirilen siyah köleler sokakta teşhir ediliyordu. O sıralarda, ABD’de kapılara “köpekler ve zenciler giremez” yazılıyordu. Reel sosyalizm işsizliği bitirmiş, iş saatlerini kısaltmanın derdine düşmüş, kadının özgürlüğünü kâğıt üstünden gündelik yaşama taşımaya koyulmuştu. Özgürlüklerin baskılanmasıyla özdeşleştirilen reel sosyalizmde işçiler her yeni haftaya fabrikalarında dünyayı ve ülkelerini tartıştıkları toplantılarla başlıyorlardı. 20.yüzyılın emperyalist realitesine rağmen “yaptıklarımız”, eğitimden spora, ekonomik planlamadan teknolojik gelişmelere ve dahi ulusal soruna kadar her başlıkta, insanlığa gelecekte de kaynak kitap olarak hizmet edecektir. 

Kapitalist-emperyalist gerçekliğin ortasında sınırlı işler kotarılabildi. Ama örneğin reel sosyalizmin barışçı politikaları ve önderlik ettiği dünya barış hareketi emperyalist saldırganlığı bir ölçüde dizginleyebilmişti.

Kürt realitesinin inkârına, reel sosyalizmin zerre katkısı yoktur. Ama Türkiye’nin benzersiz tarihsel belgesini reel sosyalizmin takipçisi olan birinci Türkiye İşçi Partisi 1970’de kayıtlara geçirmiştir. 29-31 Ekim 1970’de Ankara’da toplanan dördüncü büyük kongrede bir Kürt sorunu kararı alınmıştı. Köşe yazısı standartları için uzun olacak, ama sıkıcı değil. Belki kimileri için utandırıcı…

"Türkiye İşçi Partisi 4.cü Büyük Kongresi,

Türkiye’nin Doğu’sunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu,

Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hâkim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilâsyon politikasını uyguladıklarını,

Kürt halkının yaşadığı bölgenin, Türkiye’nin öteki bölgelerine oranla, geri kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanununa ek olarak, bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan hâkim sınıf iktidarlarının, güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğunu,

Bu nedenle, «Doğu sorunu»nu bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısından başka bir şey olmadığını,

Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün antidemokratik, faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir görev olduğunu,

Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile, işçi sınıfının ve onun öncü örgütü partimizin öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini,

Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven burjuva ideolojisinin, partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, Parti’nin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğunu,

Parti’nin, Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını kabul ve ilân eder.

Reel sosyalizm tarif edilen ve sonuç olarak silahlı mücadeleyi doğuran “kötülükler” dünyasının parçası değil, tarihimizin onurudur. Türkiye’de ve Kürt sorunuyla ilgili olarak, reel sosyalizmin parçası sayabileceğimiz bu belgenin ruhu, yazıldığı günden beri geçerlidir. 

Biz Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından bakarız. Bu mücadeleyi tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmeyi amaçlarız. Milliyetçi bir silahlı hareket, olsa olsa, bu amaçlardan uzaklaşma pahasına doğmuş olabilir. 

Öcalan’ın metnine göre reel sosyalizm iç sorunları nedeniyle çökünce, “ağır etkisi” ortadan kalkmış olacak, Kürt silahlı hareketi anlamını kaybetmiş, kendini durmaksızın tekrar eder olmuş. Ömrünü tamamlamış yani… Aynı reel sosyalizm gibi… 

Komünizme ve reel sosyalizme sövmenin hâlâ prim yapmasına şaşmıyorum. Ama tarihin ters yüz edildiği bu satırlarda 1990’larda Kürt kimliğinin inkârının da “çözüldüğünü”, ifade özgürlüğünde gelişmeler sağlandığını duyup okuyunca utanıyorum. 

Kastedilenin, Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma” açılımı olduğunu anlıyorum tabii. Onun da demokratikleşmekten ziyade ABD’ye yaranmayla alakası vardır. Ama 1990’lar asıl, “Hizbulkontranın” domuzbağını memlekete tanıttığı on yıldır. Hani metinde demokrasi mimarı olacağı ima edilen AKP’nin cebine girip Meclis’e tırmanan eski Hizbullahçılar var ya, onlardan söz ediyorum. 1990’lar gericiliğin Sivas katliamıyla iktidar yürüyüşüne çıktığı zamandır. 1992’de Nevruz Bayramında Cizre’de katledilenler ifade özgürlüğünün gelişmesine mi tanıklık etmişlerdi? 1999’da Öcalan’ın, kuşkusuz ABD onaylı ve çok muhtemelen İsrail imzalı bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesiyle kapanan malum on yıla, “Kontrgerilla Cumhuriyeti” adını takan yorumcu sayısı hiç de az değildi. 

AKP ile MHP’den, herkesin hercümerç olacağı gelişkin demokrasi bekleyenlerin 1990’lara güzelleme yapmaları tutarlı olabilir. Ve öyle bir tarih yaşanmadığı gibi, gericilikten demokratik uzlaşma da çıkmayacaktır.

Öcalan ile Bahçeli’nin cari tarih anlayışları, demokrasinin milattan öncesine, henüz yurttaş diye bir kavramın bulunmadığı bir çağa gönderme yapmakta ortaklaşmaktadır. Çağrı mektubuna göre Türklerle Kürtlerin bin yılı aşan mutlu beraberliği 200 yıllık kapitalist modernite tarafından parçalanmış.

Hatırlayacaksınız, Bahçeli, 2025’e girerken aynı zaman dilimine “uyku” adını takmıştı. Uykudan uyanmak için Türklerle Kürtlerin yeniden kaynaşması gerekiyordu. 

Bu lanetli iki yüz yıl, modernleşme sürecidir. Evet, bu süreçte kapitalist bir modernite inşa edilmeye çalışılmıştır. Alternatifi feodalitedir. Feodalite büyük toprak mülkiyetinin esas olduğu, emekçilerin tanrısal bir varlık olduğu ilan edilen ağanın, beyin malı sayıldıkları bir düzendir. Modernite ileri üretici güçlerini ortaya çıkarır; örneğin işçi sınıfını ve fabrikaları. Modernite feodal özerkliğin yerine ulusal pazarı geçirir. Bu sürecin bir gerileme olduğu düşüncesi, radikal gericiliktir. 

Lanetlenen iki yüz yılın içinde emperyalizme karşı bağımsızlık kavgası vardır. Türklerle Kürtlerin yeniden kardeş olmaları için bu kavganın yadsınması gerekecek midir? İki yüz yılın içinde Cumhuriyet vardır. Kardeşlik için yurttaşlıktan vazgeçmek mi önerilmektedir? 

Bunlar uçuk sorular değil. Türkiye AKP’li yıllarda “savaşı Yunanlılar kazansıydı” diyen deliyi de gördü, padişah ve halife isteyen tarikatları da. Abdülhamit ve Vahdettin sevdalılarının devleti ele geçirdiği bir dönemde, Türklerle Kürtlerin önceki gönüllü ittifakı dendiğinde akla topraklarımızın iki yüz yıllık ilerlemesinin imhasının gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Tarihin saatinin geri döndürülmesinin ilan edildiği günlerde, kimse kalkıp o ilerlemenin de çok zaafı olduğunu öğretmeye kalkışmasın. Hoş kalkışan olursa, yukarıdaki 1970 kararını hatırlatırız…