Ne kadar kan o kadar müzakere

Eskiden Kürt sorununda barış “ileri bir adım”dı, öyle kabul edilirdi. Tabii ki, hemen, öncelikle; barış olmalıydı...

Sosyalistler buna tevazuyla eklerlerdi: Ama yetmez; kapitalizm koşullarında bir barıştan, eşit, adil, özgür bir düzene ilerlenmesi gerekir… Ancak aralarından çoğu, Kürt sorunu çözülmeden herhangi bir başka şeyin konuşulamayacağını söylüyorlardı, söylüyorlar; biliyoruz…

Teorik ve tarihsel olarak yanlış olan bu yaklaşım, 2015 itibariyle tamamen çöpe atılmalıdır. Haziran-Kasım döneminin kanlı dersi budur. Kapitalizm altında barış, oradan devam edilmesi gereken bir ilk basamak, zorunlu uğrak değil, en alçak yalandır, en büyük tuzaktır… desem… abartmış mı olurum?

Beş aydır akan gözyaşlarımız ne peki?

Ama zaten bir de, barışı “her şey” ilan edenler var.

Kürt hareketi mücadelesini barış kavramıyla tanımlıyor. Uzun vadeli hedefler konusunda rivayet muhtelif olabilir, kimileri demokrasi, başkaları yerelleşmeyle oynuyor olabilir. Bağımsızlık isteyen de vardır… Kısa vadedeyse, Kürt hareketinin Türkiye’de siyasi iktidarla yeniden “barış süreci” denen diyaloğun başlatılması için mücadele ettiği, zaten deklare edilmiş durumda. “Hükümeti masaya oturmaya zorlamak.”

Meclisin açılmasının arifesinde HDP ve AKP’den gelen karşılıklı açıklamalar masayı aydınlattı bile. Kusura bakmayın, “biz demokratik bir Anayasa tartışmasına girelim, AKP’yi zorlayalım” teorisi uzlaşmacılığın üstünü örtemez, AKP rejimine boyun eğişi devrimci siyaset diye kimse yutturamaz.

Biz itiraz ederiz. Ama daha önemlisi Haziran-Kasım ölülerimiz itiraz eder. Toprağın altında ne kaldığı, neyi temsil ettiği bilinmezlerle dolu “Eşme ruhu”na benzemez, güler yüzlü çocukların cenazeleri…

AKP’nin 2015 faşist saldırganlığı “sürece”, sürecin mantığına ve tarihine aykırı değildir.

2015 yaz kabusunun öncesinde ateşkes vardı. İyi de müzakereler ateşkesle başlamamıştı ki!  

AKP’nin Kürt sorununun çözücüsü sıfatıyla bir misyonla donanması, ne İslamcı hareketin askeri “vesayetle” derdi olmasından, ne din kardeşliğinin (!) milli çatışmaları giderecek kaynak olmasından, ne İslamcılığın demokratikliğinden kaynaklanır. Hepsi palavradır ve aslolan Amerikancılıktır. 2000’lerde Türkiye’de statükonun değiştirilmesinin bayrağı AB’den ABD’ye geçti. AB sözcülerinin hoyratlığı bırakılacak, Kürt sorununa çözüm dendiğinde Türkiye’nin birlik bütünlüğü de denecekti. AKP’ye Türkiye’nin itibarını garanti ettiler. Ama zaten ulus-devletin yerini küresel sermaye ve yerel cemaatlere bıraktığı bir çağda itibar da palavraydı.

Kanla devam eden “süreç”, Kürt hareketinin geriletilmesiyle başlamıştı. Lider hapiste dursun, hareketin kolu kanadı kırılsın, belediye başkanından siyasetçisine bütün temsilciler itilip kakılabilsin, ne zaman istense. Kadınları intihar etsin durmaksızın, yoksulları boğaz tokluğuna…

Müzakerenin motoru sıtma-ölüm! Ölümden korkutulan halk “nasıl çözerseniz çözün, yeter ki çözün” noktasına gelsin…

Yeni Meclis, yeni hükümet, yeni süreç… Barış diye alana çıkanlar, buzdolabında bekletilenler yeni bir müzakere süreci için öldüler. Şimdi sıtma anayasa tartışması kılığında saracak memleketi. Ne zaman tıkansa, bir nedenle işler zora girse, Kürt tarafı biraz fazla güç veya imkan biriktirse, motor çalıştırılacak. Müzakere ve çözüm adına ölüm! Ne kadar kan, o kadar çözüm!

Yorgun barış, barış yorgunluğu, yalan yorgunları… Bu yolun sosyalizmi “öncelediğine” inanmak için tek bir neden söyleyin bize!