Medya kendi başına çökmüyor

Birkaç yıl öncesine kadarki genel uygulama ve uygulamaya yön veren yaklaşıma kalsa şu anda evet oylarının hayır’lara “tur bindirmiş” olması gerekirdi. Ne yana baksanız onu göreceksiniz, ana akım ve popüler sayılan bütün televizyon kanalları evet seçeneğini besleyecek, evet toplantıları haber olacak, evet’in gücü abartılacak da abartılacak, “güç bizde” imajı bol bol kullanılacak… ama -en azından- tablo kafa kafaya gidiyor olacak.

Bu durumun, medyanın toplumu ideolojik olarak biçimlendirme ve politik tercihleri yönlendirme gücünü çok yüksek varsayan yaklaşımlara uyduğunu söyleyemeyiz. Buna benzer bir durum 2013’te de ortaya çıkmış ve Türkiye’de 10 milyon kişi popüler ve ana akım medyanın tamamen dışladığı bir yolu kendileri açarak sokağa çıkmışlardı. Medyanın bir bölümü kendini düzeltmek zorunda kalmıştı tabii. Şimdi ortada benzeri bir halk hareketi yok. Halk hareketi kendi fiili, geçici, kurumsal olan veya olmayan iletişim araçlarını yaratır. Bugün var olan birkaç muhalif medya organını küçümsemiyorum; ama bu yazıdaki soruların yanıtını da boşuna oralarda aramayalım.

Yaya kalmakta olan yaklaşım ve uygulamaları da hafife almayalım; “yanlış çıktılar işte” diye kestirip atmayalım... Zira siyasi iktidar, zaten tekelleşmekte olan birtakım gazete ve televizyonları kontrolü altına almayı çok önemsedi, inanılmaz kaynaklar ayırdı, operasyonlar yaptı. Daha öncesinde büyük sermaye grupları “bir de gazetem, bir de televizyon kanalım olsun” diye hayata bakar olmuşlardı. Üstelik bu hiç de alaturka bir şey değil; bütün dünya böyle. Alanın ekonomik sektör olarak değerlendirilmesi de gerekmekle birlikte, kârlılık güdüsünden ayrı bir “ideoloji teorisinin” ağırlık taşıdığı açıktır… Şimdi bu boşa düşmektedir. Bu saatten sonra herhangi bir sonuç bu saptamayı geçersizleştirmeyecek, medyanın rolüne ilişkin birkaç yıl öncenin teorisine itibarını iade etmeye yetmeyecektir. Zaten konu çoktan referandumu aşmıştır.

Öte yandan Türkiye toplumu televizyon seyretme rekorunu elinde tutmaya devam ediyor. Dizi ve “evde bir ses olsun” alışkanlıklarının artık dolaylı sayamayacağımız bir “düzene adapte etme” işlevi oynadığını da not etmeliyiz. Ancak bu alışkanlıkların, köklü bir ideolojik biçimlendirme açısından anlamlı olduğu açıksa da, gündelik politik yönlendiricilik işlevleri neredeyse yoktur.

Durumu sergilemeye dönük notları birkaç alıntıyla kapatacağım:

“Melih Gökçek'in kanalı Beyaz TV'de ekranlara gelen ‘Söylemezsem Olmaz’ adlı programın üç sunucusu kavga etti, AKP'li Nihat Doğan'la Ömür Varol yumruklaştı.”

“80 ilden Rize'ye giden yerel gazete çalışanları, Erdoğan'ın Rize'deki evini ziyaret etti...”

Şunlar da AKP medyasının bile isteye yarattığı bir sembol ismin yazıp söylediklerinden: Tutuklu Cumhuriyet yazarlarına “gebereceksiniz”. Can Ataklı’ya “Beş dakikalık işin var”. Hande Fırat’a “köpek”. 15 Temmuz hakkında “darbenin yarısını Kemalistler yaptı”. Halk bankası genel müdürünün ayakkabı kutuları hakkında “Paraları kutuya Fetö koydu”.

Son olarak Tayyip Erdoğan’la bir radyo söyleşisi… Sunucu Kürt seçmenlerle konuştuğunu, bu konuşmaları yayın için hazırladığını ve dinletmek istediğini söylüyor. Erdoğan, nedense alçak sesle, “karıştırma” diyor. Sunucu topun ağzında olduğunu hissetmiş olacak, en ufak bir şaşırma belirtisi göstermeden sürdürüyor: “Tamam o zaman, size ayrıca vereyim…”

Büyük kanalları istila eden din yorumcularını ve fetvacıları geçiyorum…

Bu bir çöküntü halidir. İddia ediyorum: O din yorumlarını tarikat yuvasından dışarı hiç çıkmayan mutlak yobazlardan başka kimse etkilenerek dinlemez. Cem Küçük denen adamın küfürlerine bütün memlekette içten biçimde “lafı ne biçim oturttu” coşkusuyla sahip çıkacak yüz kişi çıkmaz. Erdoğan’ın canlı yayında sesini alçaltıp yapımcıya müdahale etmesini, Rize’deki evini tavaf edenler bile duymazdan gelmeyi tercih eder.

AKP medyası “ne koysak yerler”, “ne söylesek inanırlar” varsayımına dayanmakta ve muhtemelen “ben cahilleri severim” türünden yazıları çerçeveletip her tarafa asanlarca yönetilmektedir. Ama bu yaklaşım sonuç olarak yanlıştır. Cahiller cehaleti seviyor olabilirler. Ama ideoloji üretimi, bunun mekanizmaları, politik tercihlerin manipülasyonu… bunlar ciddi, profesyonel işlerdir. Sadece din ve imanla, küfür ve hakaretle, tehdit ve yalanla olmaz. “Sizinkiler” dışında kimse izlemez. Onlar bile inanmaz. Herkesin bir diğerine yalan söylediği bir manzarada ideolojik mücadele falan da kalmaz.

Başka birçok alanda olduğu gibi, AKP rejiminin totaliterleşme, tekleşme “kanunu” hem bir zorunluluktur, hem de her şeyi ve bizzat kendisini kurutmaktadır. Karıştırmalarına izin versen tek adamlığına gölge düşecek, vermesen komik olacaksın… Buradan çıkış yok. Ve bu anlamda AKP medyasının çöküşü tek başına medya alanı ile sınırlı değildir. Bu alanda yaşananlar yıktıklarının yerine neden yenisini kuramadıklarını da yanıtlamaktadır. Bu bir toplu çöküştür. Çöken düzendir. Çare de, haliyle dışında aranacak…