Kriz ile anlamak

Hep krizi anlamaya çalışır, analiz ederiz. Kriz denen olgu büyük altüst oluşların habercisi, söz gelimi devrimlerin üstünde boy attığı berekettir. Tabii ki anlamamız, analiz etmemiz gerekir. Krize müdahale edeceğiz çünkü…

Bugün bundan fazlası lazım. Krizin kendisi bütünü anlamakta anahtar bir role sahip hale geldi.

Eskiden “normal” sayılan zamanlar vardı. Normal sayılanın içinden nasıl kriz boy atabilir, patlak verdiğinde ağırlık noktaları neler olacaktır; bilmemiz, öngörmemiz gerekirdi. Çünkü o ağırlık noktaları krizi nereye yönlendireceğimize ilişkin şifreleri barındıracaktı.

Şimdi krizin süreklileştiği ve normalleştiği bir dönemdeyiz. Kriz hafiften başlar, ağırlaşır, hasta eder, iyileşmenin de olasılıklarını gündeme getirirdi. Uzun zamandır krizden çıkamayan bir dünyadayız ve sözünü ettiğim olağan seyir başkalaşıyor. Kriz hiç geçmiyor ama alışkanlık yapıyor. Alışan çürüyor. Ölmüyor ama kokuşuyor.

Hem sistem krize alışıyor, hem de insanlar. Alışkanlık bütün bereketiyle, büyük altüst oluşlara gebe haliyle krizi ortadan kaldırmıyor. Patlama olasılığı olağan hayatın içine gömülüyor, orada varlığını sürdürüyor. Krizin yönetilmesi sınırlı süreli olmak durumundaydı eskiden; öyle bilinirdi. Artık siyasal mücadeleler kriz yönetimine indirgeniyor dense, yeridir.

Olağan süreçleri mücadele eden taraflar birtakım stratejiler, bunlara uygun ideolojik çerçeveler, politik tercihler, somut projeler ve hatta modellerle yaşardı. İşlerin karma karışık olduğu kriz dönemlerinde topa gelişine vurmak zorunda kalınan kriz yönetimleri işbaşına gelebilirdi tabii…

Şimdi ideolojiler uçuşuyor. Stratejiler olgunlaşmadan kuruyor. Tercihler saat başı değişiyor. Bir bütünlüğün, tarihselliğin parçası olmayan proje, model olur mu? Bunun yanıtı güç... Veya tam tersi, somutun somutu, günübirlik modeller, bunlara bağlı dar ve aleni çıkarlar stratejinin de ideolojinin de yerini alıyor.

Dünyanın, tek meziyetleri haddini bilmezlik, cahil cesareti, acımasızlık, her kalıba girecek denli ahlaksızlık olan; hani bir psikiyatrın eline düşse, yatarak tedavi görmesi zorunlu liderler tarafından yönetiliyor olmasının nedeni bu yukarıda anlatmaya çalıştığım şeyler.

Birdenbire delirmediler. Delilikleri sosyal bir şey ve bulaşıcı. Ama eskiden iş gören, cahil cesareti değil delice ve saygın bir cesaretti. Girilen kalıplar değişebilirdi, ama liderin üstlendiği farklı rollerin ortak paydasını oluşturan ilkeler vardı. O ilkeler basbayağı ideolojikti. Hem lider bağlıydı onlara, hem kadroları, hem kitleler.

Uzun zamandır kitleler yapıntı yollarla imal ediliyor. Kadife veya renkli devrimlerin kitleleri birer laboratuvar çalışmasının ürünüydü. Bu çalışmaların Arap Baharı sırasında devam ettiğini biliyoruz.

Bakın; renkli devrim de, baharlar da elbette stratejik boyutlar taşır. Demokratizm, liberterlik, piyasacılık gibi karışık ideolojik zeminleri de vardır. Ama sonuç alıcı darbeler bu kitle siyasetinden değil, komplolardan türetilmiştir. Devrimler darbeleşmiştir.

“Eskiden, normal zamanlarda, uzun zamandır…” Nasıl yani? Ne gün değişti dünyamız?

Amerikancı bir Amerikan dergisinde Berlin Duvarının yıkılışının yıldönümüyle ilgili yazı çıkmış. Başlık “Duvarın yıkılmasına hazır değilmişiz.” Gerçekten de hazır değillerdi. “Bizi”, sosyalizmi, işçi sınıflarını yendiler ve ortada cascavlak kaldılar.

Önce “yeni dünya düzeni” diye çıkış yaptılar. Buna “tarihin sonu” deyip bayram ettiler. İnsanlık kapitalizme yerinden sökülmez biçimde demir atacaktı... Ortalığı kan denizine çevirdiklerinde durumu açıklamak ve hedef göstermek gerekti: “Medeniyetler çatışması” vardı ve kazanmalıydılar bu savaşı. 11 Eylül’ün hesabını sormak bayağı dinamizm kazandırdı emperyalist-kapitalist sisteme. Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlamıştı arayış. Yirmi yıla kalmadan, baktılar kendi duvarlarını örmüşler. 2008 krizinde neo-liberalizm ekonomik kriz duvarına çarptı. Kamu mülkiyetinin verimsizliğine, özelleştirmelere, plana karşı piyasanın gücüne, metalaşmanın kaçınılmazlığına dair yarattıkları edebiyatın inandırıcılığı tuzla buz oldu.

Öncesinde başlamışlardı saçmalamaya. Ama 2008 krizinden sonra işler tamamen çığırından çıktı. “Bizi” yendiler ve sonra bizi doğruladılar: İnsanın insanı sömürdüğü bu düzen krize mahkumdu. Tarihin çöplüğüne kendi ayaklarıyla gitmiyorlar, gitmezler. Ama çoktan çöp oldular. 21.yüzyılın ileri kapitalizminde egemen akımlar insanları Orta çağın karanlığına çağırıyorlar.

Krizdeler. Alışkanlık üretebilen bir kriz bu. Yükselip patlamıyor zorunlu bir biçimde. Büyük alt üst oluşlara elverişli iklimi yaratıyor, ama yarattığını çürüterek durmaksızın çökertiyor. Meselenin püf noktası şu ki, bu çıkışsızlık, bu sonsuz çürüme, alışılmakta olan ağır çöp kokusu bir yapı oluşturamaz. Krizin içinden yeni bir düzen yükselir. Şimdi egemen düzen insanlığa tarihsel bir batış sunuyor.

Emekçi insanlık bu daveti reddedecek. Bir daha olağan bir duruma dönebileceğine ilişkin tek bir belirti göstermeyen kapitalizm bu krizde boğulacak.

Krizsiz bir kapitalizmin olabileceğine, krizden çıkışa dair bir belirti olsaydı eğer, normal çağlara döneceğimizi varsayan politikaların bir karşılığı olabilirdi. Yok ve bu kriz devrimci politikadan başkasına alan açmayacaktır.