Kan neyi tıkar, neyi yıkar?

Tarihsel önemde bir meselenin dinamiklerini görmek için, o tarihselliğin öğelerinden öteye geçmeyen uğrak veya konjonktürlere bakmak yeterli olmaz. Kürt sorununda da hangi olayın uğraklara denk düştüğünü veya konjonktüre ait olduğunu, hangi gelişmelerin asli unsurları temsil ettiğini ayırt etmek için göze ilk çarpan şeylerin ötesine bakmakta yarar olabilir.

Türkiye egemen güçleri bir Kürt reformunu gündeme bir kez soktuktan sonra, bunun bir daha geriye götürülemeyeceğini bilmeyecek kadar taş kafalı olabilirler mi? Türkiye egemen güçleri milliyetçiliğin yerine neo-liberal, muhafazakar, islamcı bir yeni sentezi geçirmeyi öngördükten ve bunu deklare ettikten sonra Kürt çözümünün bunun istisnası olabileceğine inanıyorlar mıdır, dersiniz? Yani, bu sentezin temel test konularından bir tanesinin bu olması gerektiğini, hatta bu testten geçer not almayan bir modelin duvara çarpacağını bilmiyor olabilirler mi? Yüzde elli oy alan bir parti, “ben yüzde yetmişi, sekseni de bulurum, bulunca da Kürt sorununu çözmüş sayılırım” şeklinde bir kolaycılığa kendini kaptırabilir mi?

Bu soruların yanıtı bence olumsuzdur. Amerikan Ortadoğu'su ve AKP Türkiye'si, Kürt sorununa çoktan el atmış bulunuyor. Daha önce bu köşede ifade etmeye çalıştığım gibi, İkinci Cumhuriyet kurucularının aylardır yapmaya çalıştıklarını, bir Kürt tasfiyesi olarak değil, çözüm öncesi karşı tarafın kolunu kanadını kırmak olarak görüyorum.

Amerikan-AKP çözümünün adil, özgür ve demokratik olabileceğini sananlar çözümsüzlük diye düşünebilirler. Bana sorarsanız değil bugünkü Amerikan-AKP çözümü (!), Özal, İnönü/Demirel veya Yılmaz'ın çözüm söylemlerinin bile alçakça, köleleştirici, emperyalist karakterde olmama şansları yoktu. Kendi payıma askeri çözümsüzlük ve demokratik çözüm kavramlarının birbirini dışlayacak biçimde kullanılmasına hiç aklım ermemiştir. Özetle, sınıf pusulasını düşürmeyenler, kanın bu düzende mümkün olan bir berbat çözümün yolunu yıkamasına şaşmayacaklardır.

***

Şimdi birkaç veriyi yan yana koymak istiyorum.

10 Ocak'ta hayatta kalan cuntacılar hakkındaki iddianame ilgili mahkeme tarafından kabul ediliyor. Bu arada Birinci Cumhuriyet artığı üst düzey askerler tutuklanıyor ve “asker vesayetinin tasfiyesi” teorisi hayata geri dönüyor. Taraf'tarların yağları eriyor...

Yine ayın onunda Aysel Tuğluk'un mektubu kayıtlara geliyor. DTK Eşbaşkanı imzasını kullanan Tuğluk'un, okurların zaten bildiği mesajını özetle hatırlayalım:

“Devlet ve siyasi iktidar (...) esas sorumlusudur bu sürecin. Ancak (...) demokratik Kürt siyasetinin ve Kürt hareketinin yanlışlıkları da oldu.”

Tayyip Erdoğan ya 90 yıllık çizgiyi sürdürecek...

“Ya da bu meseleyi çatışma zemininden çıkarıp, siyasi ve demokratik sürece taşıyarak barışçıl çözümü geri dönüşsüz bir biçimde sağlamış demokratik cumhuriyetin cumhurbaşkanı olacak.”

“100 yılda bir oluşan bu fırsatı başta Erdoğan olmak üzere hep birlikte değerlendirmek demokratik Kürt siyaseti olarak çözüm için ortaya konulacak iradeye her türlü desteği vermek kadar, herkesin cumhurbaşkanı olma idealine de büyük katkı sunacağımızı ifade etmek isterim.”

Ne bereketli günlerdir ki bu günler Ocak'ın 12'sinde İkinci Cumhuriyet'in sağlam kadrolarından Osman Can bir TV programına konuk oluyor. Can'a göre anayasa “asgari standartları” sağlamakla yetinmeli, tam bir konsensüs belgesi olmalıdır. Dahası:

“Anayasaya bir geçici madde ekleyeceğiz. Anayasayı değiştirme suçu bağlamında adam öldürme hariç, onun dışındaki bütün politik davalar düşmüştür şeklinde. Böyle bir geçici düzenleme. Politik ceza davaları üzerinden toplumsal birliği çok fazla sağlayamazsınız. Bugünkü durum tam bir anormallik durumu. Ve zaten bu anormallik nedeniyle herkesin uzlaşmasının dışında bir çare yoktur. Belki de bu çaresizlik durumu bizi yeni bir anayasaya doğru götürecektir. Yeni anayasaya ve demokrasiye büyük sloganlara inançla değil... 'mecburuz bunu yapmaya' duygusu herkese hakim olduğu zaman varılacak.”

***

Geçen günler bunların dışında da veriler içermektedir. Arada KCK operasyonları sürmüş, Zana'nın evi basılmış, Sakık tehdit iddiasını dile getirmiş...

Kuşkusuz bu verileri görmezden gelmekten yana değilim. Ama hangi veri kümesinin asli süreci temsil ettiğini, hangisinin asli sürecin içinde özel bir uğrak olduğunu tartışmaya değer buluyorum. İsterseniz Tuğluk'un mektubunu yayına hazırlayan Taraf yazarının “şerden hayır doğar” sözlerini tartışalım, isterseniz bu dönemde ve bu koşullarda olası bir çözümün yolunun kandan başka bir şeyle yıkanıp yıkanmayacağını...