İyi de biz ne yapacağız?

Önceki gece Maltepe Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde bir söyleşideydim. Amerikan seçimleriyle başlayan gecenin sonu, tam da olması gerektiği gibi solda yapılanlara, yapılması gerekenlere geldi. Böylesi gerekir, çünkü ister Trump’la ister memleketin beklenen kriziyle ilgili olsun, karşı yakanın iç fırtınalarını tartışmak ile bizim ne yapacağımız hakkında konuşmak bir bütün olmalıdır. İkincisi yoksa, birincisi tabii ki manalı olmaya devam eder. Ama sınırları bellidir.

Nasıl bir dünyada ve ülkede yaşadığımız, gelişmelerin yönü… Bu konu bizim ne yapmakta olduğumuz ile bağlantılandırılmadığında başka bir şeydir. Zararı yoktur, hatta bu anlamda bağlantısız bir akıl yürütme gayet zengin, öğretici olabilir. Ama biz tartışırken, düşünürken ille de “peki iyi de o halde ne yapacağız?” demeliyiz. Konu Amerika bile olsa…

Kötümserlerin aklından geçecektir: Sol böyle yapsa ne olur, yapmasa ne olur?

Bu soru bazen ve bazı yerler için, sadece üzücü, acımasız olmakla kalmaz. Gerçekçiliğe uygun da düşer. Solun yapacak bir şey bulamadığı, bulmasının nesnel nedenlerle -hadi imkansız demeyeyim- çok zor olduğu ülkelerde genellikle sol fikir üretemez, teori geliştiremez, öneride bulunamaz. Çünkü ne yapacağını bilemez. Ne olacağını bilse de ne yapacağının bir değeri olmadığını fısıldayan acımasız gerçeklik tarafından kuşatılmış, daha kötüsü, bu gerçekliğe esir düşmüştür çünkü.

Böyle bir ülkede yaşamak istemezdim doğrusu. Ne acayip bir durumdur ki, Türkiye’den, kendine aydın ve solcu diyebilen bir grup insan, durumun aşağı yukarı böyle olduğu ülkelere göç etmekte bu aralar. Siz de denk gelmişsinizdir; -başka gerekçelerle gidenleri tenzih ederim- Kanada ve Avustralya öne çıkıyor bu ülkeler arasında. Türkiye’nin solcu entelektüeli en uzak yeri mi arıyor, nedir!

Konuyu dağıtacağım ama, ben de kalktım -denk geldi- bir Kanada filmi izledim. Toplumsal dinamikler açısından kâbus ve insanın çıkışsızlığı açısından cehennem olarak resmedilen bu ülkenin okumuş bir insanı olan mutsuz kahramanımız filmin bir yerinde “Avustralya buradan beter” diyordu.

Türkiye oralardan değildir. Hiç olmadık. Ne Sansaryan Han günlerinde, ne 1972’nin 6 Mayıs sabahında, ne 12 Eylül 1980’de, ne Kürt kardeşlerimizin köyleri yakılırken, ne alçağın teki Ermeni sözcüğünü ağzına aldığında “affedersin” dediğinde. Ne Boğaz Köprüsünde kafası kesilirken o üniformalı çocuğun, ne bir kız çocuğuna bir minibüste tecavüz edilirken. Türkiye hiç oralara benzemedi.

Biz dünyayı ve memleketi analiz ederken, “ee biz ne yapacağız” sorusunu eklemekten hiç vazgeçmeyeceğiz. Bu sorgulanamaz bir ilke mi? Bu gerçeklikle test etmeye ihtiyaç duymayacağımız, hatta testten kaçıracağımız bir aforizma mı? Hayır, hiç de değil. Biz bu testten de korkmayız.

Çünkü… Türkiye’de sol, sokaktaki militan sayısı ihmal edilecek kadar azalsa, aldığı oy yüzdelere yaklaşamasa, egemen güçler üstümüzde tepinse, sabah akşam dayak yesek bile, bunların ötesinde bir ölçüme sahip olmaya devam eder: Türkiye’nin vicdanı soldur.

Bunu herkes öylesine bilir ki, bütün sağcılar, ne zaman yeni açılım yapacak olsalar sola başvururlar. Özal birleştirdiği eğilimler arasında solu saymak zorundaydı. Demirel siyasal hayata dönerken röportaj verecek sol dergi arıyordu. Türkeş yeni bir şey söylemeye karar vermişse Nâzım’dan şiir okuyacaktı. Erdoğan hep bir yetmezamacı bulmak zorundadır.

Türkiye’de solla aklanmadan sağcılık bile yapılamaz! Bunun nasıl bir güç olduğunu asla unutmayın.

Sonra; Türkiye’de siyasetin fotoğrafını çekmek kadar saçma iş olamaz. 14 Temmuz’da “yarın gece Meclis bombalanacak” diyene kim gülmezdi ki? Türkiye’de ertesi sabah bundan da daha radikal gelişmeler olacak diyene kim itiraz edebilir? Sabit ve karanlık kareye değil, harekete, olanaklara bakarız biz. Büyük felaketlere hazırlıklı olmamız gerektiği kadar, umudu korumaya da hakkımız var.

Üçüncü olarak; memleketin tek temiz kalmış tarafı soludur. Kirletenler çıktı tabii ve bunlar kirletmek için yıllarca uğraştılar, pisleyip durdular. Kah milliyetçilik pislediler kah liberallik! Bizim temizlememiz içinse 12 Eylül 2010 referandumunda bir hayır cephesi kurmak yetti. 2013’ün 31 Mayıs gecesi bin defa yetti. Yarın öbür gün, yine bir çırpıda bütün gölgelerden temizleyeceğimiz solculuk, memleketin en saygın, dinlenmeyi en çok hak eden sesi olacak.

Dört; solun sesinin yükselticisi sokaktır. Ama solun sesi daha yayılmadan, sokak kendiliğinden sola çeker. Bu inanılmaz bir potansiyeldir.

Hareketli memlekette, sola çekmek üzere canlanacak olan emekçi sokaklarına solun gökten düşmeyeceğini veya yerden bitmeyeceğini unutmamak zorundayız. Sol, Syriza veya Podemos gibi kestirmeden varılabilir, piyangodan, sandıktan çıkabilir bir şey değil. Kimilerinin rüyasını gördüğü solcu CHP veya solcu HDP hiç olmayacak. “Bizim sol” gerektiği zaman gerektiği yerde olmak üzere hazırlıklarını tamamlamalıdır. Sol örgüttür. Türkiye’de “insan”ın nefes alabileceği nadir yerlerin başında sol örgüt veya işçi sınıfı partisi gelir.

Söyleşiyi bitirelim o halde. “Ee, hal böyleyse biz ne yapacağız?”

Hızla, sanki memleket veya dünya, yarın veya takvimsiz bir vadede patlayacakmış, çatlayacakmışçasına, hiç zaman geçirmeden hazırlanacağız. Örgütleneceğiz. Emekçinin gücünden başkasına güvenmeyeceğiz. Böyle yaklaşan, böyle düşünen, buraya çağıran bir Parti olacağız. Partiyi öyle çağırabilen bir parti haline getireceğiz.