İnkılabın Günbatımı

Tevfik Çavdar ağabeyden devralıp başlığa koyuyorum bu ifadeyi.

Son günlerde sol yazarlarının Cumhuriyetin hazin öyküsüne çokça değinmiş olmalarına rağmen ben de bugün aynı konu etrafında döneceğim. Belki kısmi bir toparlama işlevini de üstlenerek...

Birincisi zamanında bir ilerleme olup sonra pas tutan cumhuriyetin biricik geleceğinin sosyalist cumhuriyet olması ilginç bir durumdur. Burjuva devrimlerinin genel kaderinin bu olduğunu söyleyip işi evrenselleştiremeyiz. Kapitalizmin kendi devrimini reddetmesine daha önceleri çok tanık oldu insanlık. Ama kapitalizmin kendisini var eden tarihsel ilerleme zemininin büyük bölümünü ve köklü biçimde inkar edebilmesi evrenselleştirilebilecek bir durum değildir. Türkiye burjuva devriminin tepe noktası cumhuriyete geçiş ise, bugün cumhuriyeti bir hata, yanlış, sapma olarak gören bir rejim kurulmakta. Dahası kapitalizm zemininde cumhuriyetçi muhalefet son derece etkisiz sınırlara hapsedilmiştir. Sosyalizm bağı işte bu özgünlüğün ürünüdür. AKP'li yıllar Türkiye sosyalizmine cumhuriyetçiliği önemli, değerli bir özellik olarak hediye etmiştir. AKP rejimi burjuva cumhuriyetçiliği tasfiye ediyor ve bu akımın dönüştürülerek geleceğe taşınmasını bize emanet ediyor.

İkincisi bu devir işlemi nedeniyle, aklı başında ve yüreği bu topraktaki solcu, bugünkü cumhuriyetçiliğin haline baktığında içinin acıdığını hissedecektir. Bu his olmadan, yani günbatımı burukluğunu tatmaksızın sol cumhuriyetin geleceğini kendi nüfusuna geçiremez.

Üçüncüsü bilmeliyiz ve unutmamalıyız ki, burada biricik suçlu karşı-devrimciler ve/veya AKP değildir. Has cumhuriyetçilik kendi kuyusunu kazmıştır. 2009'da yönü belirsiz, şaşkın, mutsuz, umutsuz, ama bir garip coşkulu, dokunsak ağlayacak türden kutlamalara tanıklık ettik. Ama madem öyle, 1990'larda 29 Ekim'lerin kimlere havale edildiğini hatırlamak gerekir. Biliyoruz, 29 Ekim geleneği, devlet töreni, askeri disiplin içinde ortaya çıkan öğrenciler vb.dir. 1990'larda egemen güçler bu klasik tablonun ötesinde bir kitle damarı eklemek istediklerinde iki kanal bulabildiler: Bir, faşist Ülkü Ocakları. İki, arabesk konserleri. Buradan ne çıkabilirdi ki!

Dördüncüsü bu sıkışmanın çaresi olarak, işte o ara solun devreye girmesi gerektiği akla gelebilir. Bu bir yaklaşım veya özeleştiri niteliğine bürünürse yanlış olacaktır. Solun 1990'larda cumhuriyetçiliği faşist-arabesk eksenden çıkartabilmesinin koşulları oluşmamıştı. Çok açık burjuva cumhuriyetçiliği yaşıyordu, bir seçenek olmaya devam ediyordu ve yaptığı tercihler solu mutlak biçimde dışlıyordu.

Beşincisi bugün yaşanan değişikliğin basit, tekdüze bir alan boşalması olduğu da düşünülmemeli. Böyle bakılırsa, alanı boş ve solu bekler durumda zannedenler, oraya vardıklarında iş makinelerinin meseleyi hallettiklerini, ortada alan falan bırakmadıklarını göreceklerdir. Burası analojinin bittiği yerdir. Doğrusu, sol, yeni bir açılımın olanaklarına sahip hale gelmiştir. Ancak solun cumhuriyet açılımı, eş zamanlı olarak burjuva cumhuriyetçiliğinin muhalefete ittiği ve serbest bıraktığı dinamikler ile geçmişten bu yana ısrarla dışladığı yoksul-emekçi ve Kürt dinamiklerini kapsayabilmelidir. Tek başına burjuva cumhuriyetçiliğinden kalanlardan sadece zayıf bir direniş hattı çıkar. Yoksul-emekçi halkımızın ülkenin geleceğini ilgilendiren bu temel konuda taraf olmaması halinde, bu en önemli potansiyelimizi AKP'ye, yani islamcılığa, yani Osmanlı milliyetçiliğine teslim etmiş oluruz. Kürt dinamiği üstünde çekici bir etkide bulunmayı hedeflemeyen, tersine itici davranmakta, yok saymakta eski dönemi aratmayan bir cumhuriyetçilik ise, zaten yeni-osmanlıcılığın resmi ve küçük muhalefetlerinden biri olacaktır.

Bitirirken solun önünde iş, şu veya bu verili araziyi tapu dairesine gidip adına tescillemek değil, geçmişin zengin ama çelişik verilerinden hareketle yeni bir seçeneği inşa etmektir. Siyasal karakterinde, ideolojik mücadelesinde, kitle duyularında... O zaman günbatımının hüznü yerini yeni bir doğuşa bırakmaya başlayacaktır.