İdeolojik Kriz, Sol, Dört Ay

Krizi tanımlamak için önce mali dendi giderek ekonomik sıfatı kullanılır oldu. Bu ölçekteki krizlerin, öncesinde egemen olan aynı ideolojik yapılar tarafından yönetilmesi, içinden geçilmesi ve çıkılması mümkün değildir. Böyle bir beklenti akıl almaz bir aymazlık olur. Sermaye düzeninin bu krizden önceki düşünce, politika ve araçlarla yoluna devam etmesi mümkün değildir.

Baksanıza en azından 1980'lerden beri, yani 24 Ocak ve 12 Eylül'ü, Özal ve Evren'i arkalarına alıp kamusal olan ne varsa, neden ille tasfiye edilmesi gerektiğine dair ipe sapa gelmez laflarla kafamızı şişirenler, piyasayı insanlığın en büyük icadı diye kafamıza vuranlar, şimdi yeni bir "devlet müdahalesi" korosu oluşturuyorlar.

Kriz ve devlet müdahalesi... Yani sermayenin zararlarını devlet eliyle topluma aktaran bir kârları savunma mekanizması...

Sermaye sınıfının, piyasanın sınırsızlığını ve devlet müdahalesinin gerekliliğini savunurken aynı kaygılardan hareket ettiği açıktır. Kriz dönemlerinde burjuvazinin müdahale ve hatta müdahale çağrılarıyla, işçi sınıfı ile solun kamulaştırma programı arasında yalnızca biçimsel ve terminolojik benzerlikler bulabilirsiniz. Sol, zarar edenlerin devrini değil, kriz yaratıcısı özel sermayenin, anarşik piyasanın, uluslararası kriz iletim sistemi anlamına gelen emperyalist bağımlılık ilişkilerinin külliyen tasfiyesini programlaştırır... Bu "parantezi" kapıyorum.

Sermaye sınıfının, bütün uzmanlarını, ideologlarını, teknik, siyasal ve edebi kadrolarını ve bilcümle gönüllülerini bir araya toplasa, onlarca yıllık piyasa ideolojisi sistematiğinin yerine kısa bir süre içinde başka bir bütünlüğü koyma şansı yoktur. Büyük ekonomik kriz günleri, burjuvazinin bir dediğinin diğerini tutmamasıyla da ayırt edilir.

Dolayısıyla aynı dönem, aklı başında bir sol için büyük bir düşünsel ve dolayısıyla toplumsal, siyasal, örgütsel atak mevsimi anlamına gelir.

2008-2009 dönemeci bir dönemin sonudur. Artık küreselleşmenin uygarlık değil kriz taşıdığı, piyasanın yaslanıp rahat edilecek bir ana kucağı değil deli fırtınaların hüküm sürdüğü bir okyanus, piyasacılığın demokrasi ve özgürlük değil sömürünün en şiddetlisi, en acımasızı olduğu çıplak gerçeklere dönüşmüştür.

Bu ölçekte her kriz sermaye açısından bir tarihsel fiyaskodur. Anlamlı bir süre için burjuvazinin kimseyi ikna edecek bir tezi olamayacaktır.

Bu süre bağımsız bir emekçi hareketinin yeniden şekillenmesi için değerlendirilebilirse, Türkiye'ye daha milliyetçi, daha İslamcı bir kimlikle gelişme vaat eden ve böyle bir Türkiye'nin bölge ülkelerine örnek oluşturacağını söyleyen emperyalist alçaklık engellenebilir. Gericilikle körleştirilmiş, kendi milliyetinden olmayanlara düşmanlaştırılmış bir Türkiye'nin örnek alınması derken, emperyalistlerin kast ettikleri "Ortadoğu'da taş üstünde taş bırakmayacağız"dan başka ne olabilir! İkna yeteneğini yitiren bir sınıfın bu kanlı yola sanılandan çok daha hızlı girmesi mümkündür.

Peki, soldaki mevcut birikim, krizden bağımsız bir emekçi hareketini çıkartmaya el verecek midir?

İçinde bulunduğumuz süreçte hareketi değil durumu yansıtan fotoğraflara bakarak herhangi bir soruya yanıt veremezsiniz. Solun verili olanakları iç açıcı değildir ama dinamik bir mücadelenin harekete geçireceği potansiyel akıl almaz boyutlardadır.

Solda kimilerinin aklının bu potansiyeli almadığı da doğrudur. Yaklaşan alt üst oluşlara kulaklarını kapatıp kendi küçük bahçelerini çapalamakta kararlı olanlar için yapacak bir şey yok.

Solun diğer kesimleri ise başka bir tarz geliştirmeye 29 Kasım'da Ankara'da başlayabilirler. Sonra 29 Mart seçimlerine kadar dört ayımız daha olacak.

Solda herkes karar versin: Bu dört ayı bağımsız bir emekçi hareketinin kuruluşuna mı vakfedeceğiz, belediye koltuklarına, CHP pazarlıklarına mı?