Türkiye’de yurtseverliğin kökleri derin. AKP’nin bu kaynak karşısında eli kolu bağlı. Bizimse arkamızda hem nesnelliğin hem mücadelenin tarihi var.
Geniş açı
Aydemir Güler
NATO’ya karşı Türkiye’nin sahne olduğu en güçlü eylemlerden biri sürerken yazılıyor bu yazı. Günlerdir İstanbul-Eskişehir-Ankara hattında kentlerin sokaklarında yankılanan sloganlar, başka şeylerin yanı sıra NATO-İsrail özdeşliğine işaret ediyor. Gerçekten İsrail saldırganlığını NATO’suz düşünemeyiz.
Soykırımcı devlet son olarak Lübnan Hizbullah’ını çağrı cihazları üstünden vurdu. Bu terör eyleminin NATO için egzersiz veya manevra işlevi taşıdığını, haber ajanslara düştüğünde Pentagon’da ve Brüksel’de onlarca apoletli ve kravatlı caninin koltuklarına hoşnutluk içinde yaslandıklarını gözümüzün önüne getirebiliriz.
Lübnan Hizbullah’ı sağcı, İslamcı bir siyasi partidir. Meclis’tedir ve ülke siyasetinde büyük bir ağırlık sahibidir. Beğenin beğenmeyin, bu hareket yakın dönem siyasi tarihine İsrail’in işgal harekâtına karşı Lübnan’ın kurtarıcısı olarak geçmiştir. Silahın, siyasette meşru olması ile terörizm başka şeylerdir. Hizbullah silahlı bir partidir ve bizim örneğimizde terörist olan İsrail’dir.
İsrail’in yüksek teknolojili terörü, kendisini ağababalarına vazgeçilmez olarak sunma güdüsünü de içermektedir. Kızmanın, kınamanın, suçlamanın yetmeyeceği bir noktadayız.
Kızgınlığımız emperyalist terörü aklamaktan başka amacı olmayan şu satırlara da yönelmek durumunda:
“İsrail’e kızabiliriz, kınayabiliriz, sorumsuzlukla suçlayabiliriz, sivilleri gözetmemekle itham edebiliriz. Ama açık söyleyin, Türk istihbarat örgütleri PKK ya da YPG’li teröristleri ellerindeki telefonları, bellerindeki çağrı cihazlarını kullanarak ‘etkisiz hale’ getirseydi, Kandil’den PKK Merkez Komitesi’nin cep telefonlarının patlatılması suretiyle ortadan kaldırıldığı haberi gelseydi hoşunuza gitmez miydi!"
Bunları yazarak okurunu İsrail terörizmiyle empati kurmaya çağıran kişi, gazeteci Fatih Altaylı. Doğrusu, tüm insanlık nazarında yerin yedi kat dibine göçen bir ahlaksızlık abidesi, ancak böyle laf cambazlığıyla olumlanabilirdi. Devlet terörünü, insan öldürmeyi, başka bir ülkede katliam düzenlemeyi, savaş hukukunun yok sayılmasını “hoş” bulan Altaylı’nın Pentagon ve Brüksel’deki sırıtıklarla arasındaki benzerliğe şaşırmıyorum.
Ahlaksız soruya, amasız fakatsız hayır diyorum! Hayır, İsrail’in, NATO’nun, emperyalizmin canice eylemlerinin herhangi bir çağrışımı hoşumuza gitmiyor!
* * *
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi 15 Eylül’de Kartallı Kazım Meydanında başlattığı yürüyüşü ayın 28’inde İncirlik’te tamamlayacak. Programın bir etabı tamamlanacak, ama bu bir nokta olmayacak. Kastım Kasım ayında miting yapılacak olması da değil…
“Nokta” Türkiye’nin NATO’dan çıkması olabilir yalnızca. İsterseniz, bir de “noktalı virgül” tanımlayabiliriz; o da ülkemizde NATO’culuğun mutlak bir itibarsızlaşmaya uğratılmasıdır.
Yani NATO’yla ilgili olarak protestonun ötesine geçen hedeflerin konabileceği, bunlardan sonuç alınmasının mümkün olduğu bir konjonktürden geçiyoruz.
Türkiye’de egemen güçlerin emperyalizm ve NATO sevdası ile geniş halk kitlelerinin yurtsever, bağımsızlıkçı duyuları, Batı’yı ve NATO’yu tehdit sayan gelenekleri arasında tarihsel bir açı vardır. Bu açı içinde bulunduğumuz dönemde genişledi. Düzen siyasetinin elinden bu eğilime karşı fazla bir şey gelmiyor.
Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki macerası son dönemde muazzam bir diyalektiğe kavuşmuş bulunuyor. Nâzım’ın haklı olarak ve çarpıcı biçimde “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…” dediği polemiğinin üstünden çok zaman geçti. Hatta Cüneyt Zapsu’nun, danışmanı olduğu Erdoğan için Amerikalılardan “delikten süpürmek yerine kullanın” ricasında bulunduğu 2006 yılı bile eskidi.
Çünkü bir tarafta, emperyalist hiyerarşinin tepesinde dursa da ABD hegemonyası çok sorun yaşadı, sarsıldı. Bu tarafta ise Türkiye sermayesi sınırlarının ötesine taştı ve AKP’nin şahsında bu hamlesinin politik ve askeri muhafızlığını yapacak temsilciyi buldu.
Türkiye kapitalizminin “emperyalisti oynamaya” ne kadar ehliyeti var, bu başka bir tartışma. Ama Ankara sistemin içinde artık “rekabetçi” bir güçtür.
Haliyle egemen güçlerimizden, 1950’lerde Bayar ve Menderes’in, ‘80’lerde Evren ve Özal’ın sergilediği pervasız NATO’culuk beklenemez. Oysa yukarıda sözünü ettiğim açıyı kontrol etmek için bile büyük bir kuvvet uygulanması gerekmektedir. Bugün Türkiye egemen güçleri rekabet içinde oldukları müttefiklerini savunmakta zorluk çekiyorlar. Bu, yurtseverler için ciddi bir olanaktır.
* * *
Varşova’da toplanan NATO Parlamenter Asamblesi ise, TKP’nin tepkisi olmasa, “bir NATO ülkesinde sıradan bir gün” denip geçilirdi! Asamblede Türkiye heyeti bir milli uzlaşma resmi çizmişti. TBMM delegeleri AKP, CHP, DEM, İYİP ve MHP üyesiydi! Düzen siyasetinde NATO’cu olmayan yoktu…
Uzaktan bakanlar, böylesi geniş bir yelpazeyi, toplumun NATO’ya bakışının aynası olarak algılayabilirler. Değildir; tersine düzen siyasetiyle toplumun geneli arasında, taban tabana karşıtlık denemese de, bir geniş açı vardır.
Bu durum tarihsel derinliğe sahiptir. Türkiye’nin ülke olarak varoluşu Batı emperyalizmiyle mücadeleye dayanır.
Topraklarımızın işgaline ve parçalanmasına karar veren büyük güçler, bugünkü emperyalizmin doğrudan ataları. Türkiye toplumu Düyunu Umumiye’den Birinci Dünya Savaşı bitimindeki işgale uzanan sürecin çıktısı olarak belirli bir ideolojik konumlanışa yerleşmiştir. Söz konusu konumlanış iki akımla uyumludur. Biri kurtuluşa imza atan Kemalizmdir, diğeri solculuk/komünizm. Saltanatçılık, onu tamamlayan hilafetçilik/şeriatçılık, bunları koruyan muhafazakârlık ve Batıcı liberalizm, yani bir bütün olarak Türkiye sağının derdi, bu anlamda gerçekten büyüktür.
Varşova fotoğrafının toplumu temsil yeteneği tarihsel olarak zayıftır. Ama güncel olarak açının derecesini tarihsel nesnellik değil somut mücadeleler belirler.
* * *
Mücadelenin ilk onur sayfası, Türkiye’nin NATO’ya girdiği 1952’yi önceler. 1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti kurulur. Siyasi iktidarın Kore’ye asker göndermekteki maksadı NATO üyeliğini “hak etmekti.” Cemiyetin karşı çıktığı da, ülkenin bir savaşa sokulmasından öte, Batı emperyalizminin yörüngesine yerleşme tercihiydi. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin rotası masaya yatırılmıştı.
Ancak Soğuk Savaş dönemine, düzen bir seferberlikle girdi, bütün kaynaklarını harekete geçirdi. Diyanet İşleri Başkanına göre Kore Savaşı bir cihattı. Demokrat Partili bir bakana göre Kore’de verilen bir avuç kanın karşılığı “büyük devletlerin arasına katılmak” olmuştu. Samet Ağaoğlu’nun avuçla ölçtüğü “şehit” sayısı 741’di! TSK ABD’nin ardından en fazla kayıp veren ikinci orduydu.
Behice Boran’ın başkanı, Adnan Cemgil’in sekreteri olduğu Barışseverler Cemiyeti bu kampanyanın karşısında bir onur mevzisidir.
Ama 1960’larda işler değişmiş, yurtseverlik ile NATOculuk/Amerikancılık açısı çarpıcı biçimde açılmışsa, kuşkusuz 1950’nin komünist barışçılarının emeği harcın içindedir.
Birinci Türkiye İşçi Partisi, Aybar’ın “35 milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır” sözleriyle masaya yumruk vardu. Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel hafızasını Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi canlandırdı; NATO “milli kuvvetlerin Amerika’nın emrine verilmesinin aracıydı.” DİSK’i kuracak olan sendikacıların Türk-İş’ten kopma argümanlarından biri de konfederasyonun üstünde Amerikan sendikaları aracılığıyla kurulan emperyalist vesayetti. NATO ve ABD karşıtlığı sokağa çıktığında halkın vicdanının kimden yana olduğu belliydi.
1968 Ekim ayında Deniz Gezmiş “Tam bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü”nün ön safındadır. Devrimci gençler Temmuz’da Altıncı Filoya bağlı Amerikan askerlerini Dolmabahçe’den denize sürmenin gururuyla yürürler Samsun’dan Ankara’ya. Yankeeler İstanbul’u ziyaret ettiklerinde kaldıkları oteller taşlanır, Türk bayrakları yarıya indirilir… 1969 Nisan’ında Dev-Genç’in bağımsızlık haftası, NATO’ya Hayır mitingiyle doruğa çıkar. Geçenlerde Mesut Odman’ın anlattığı anılara göre, o yıllarda Kızılay’ın göbeğinde sosyalleşen Amerikalı askerleri dövmek, devrimci gençler arasında bir modadır. O modanın yaratıcılarından Sinan ise Adnan Cemgil’in oğluydu. Kürecik Üssüne karşı eyleme giderken öldürülüşü, mücadelenin ve verilen büyük emeğin sürekliliğine kanıt sayılmaz mı?
Bu süreç boyunca Türkiye’yi yönetenler, sömürgeci geçmişleriyle iplerini kopartan Bağlantısızlar Hareketi’ne düşmanca bakıyor, Ankara Ortadoğu’da Bağdat Paktı ve CENTO ile tam bir ileri Amerikan karakolu haline geliyor, bağımsızlık hareketlerinin karşısına sömürgecinin kibrini ödünç alarak çıkıyor olabilirdi. Ama ne gam, Soğuk Savaş ideolojisi geri püskürtülmekteydi. 1977’de kurulan Türkiye Barış Derneği ülke aydınlarının antiemperyalist pozisyonunu kayda geçirdi.
Bu koşullarda İslamcı ve milliyetçi hareketler merkez sağı Amerikancılıkta yalnız bırakamazlardı. Düzen siyaseti NATO’culuk için bir büyük yığınağa yöneldi. 12 Eylül NATO’culuğun huruç harekâtıdır.
* * *
Harekâtın sınıfsal özünü biliyoruz. Ama bu yıl BBC de bir haberiyle bunu kayda geçirdi. ABD’nin İstanbul konsolosluğu Dışişleri Bakanlığına darbenin nimetlerini ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Türkiye’de herkesin darbenin duacısı olduğunu anlatmak için yaratıcılığa da ihtiyaç vardır!
“Adana yakınlarındaki fabrikalarından birinde radikal solcular, genel müdürün odasındaki Atatürk portresinin altına ‘Kapitalizmin uşağı’ yazılı bir pankart asmışlar. Bu pankart, yönetim kademesindeki hemen herkes, çalışanların büyük çoğunluğu, kolluk kuvvetleri gibi birçok kişi için hakaret niteliği taşıyor olmasına karşın hiç kimse bu pankartı kaldıramamış. Yöneticiler, radikal işçi liderlerinden tepki görmekten –hatta öldürülmekten- korkuyorlarmış, işçiler radikal liderleri tarafından sindirilmiş. Kolluk kuvvetleri de harekete geçerlerse Ankara’dan destek alıp alamayacaklarından emin olamıyormuş. 12 Eylül gününe kadar hiçbir şey yapılamamış…”
BBC’nin haberine konu olan bu masalı, Amerikan konsolosluğu Sabancı ailesinin mühim kişisi Erol Sabancı’dan derlemiş!
Bir müdür odasında, duvardaki portrenin altına nasıl pankart asıldığını bilemiyorum. Ama burada çeviri hatası yoksa, neden masalın, “sigarasını, üstüne çamurlu çizmelerini uzattığı güzelim masif makam masasında söndüren çirkin anarşisti” betimleyerek sürmediğini merak ediyorum.
Ancak Erol Beyin anlatısını boşa düşüren bu değil…
Daha önce Ecevit hükümeti tarafından göreve atanan Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul masalın geçtiği zamandan bir yıl kadar önce “ülkücüler” tarafından silahlı saldırıyla öldürülmüştür!
Polisin Ankara’ya güvenemeyeceği doğrudur. Zira Adana milletvekili olarak başkentte Başbakan Demirel’i desteklemekte olan MHP Genel Başkanı Türkeş’in, o sıralar Yurdakul’un da dâhil olduğu uzun bir ölüm listesi üstünde çalıştığı çok konuşulmuştur. Yurdakul’un avukatı da 1980’in Şubatında katledilir!
Türkiye’de gerçek durum böyleyken, Sabancı ailesinin önde gelenlerinden birinin Amerikalılarla birlikte bir darbe güzellemesi yazmaya koyulması, abuk sabuk haberler uydurması şaşırtıcı değildir. ABD ve NATO prodüksiyonu 12 Eylül her alanda bir huruç harekatı ve bugün süregiden yoksulluk ve sefaletin kurucu eylemidir.
Lakin yurtseverliğimiz ne Soğuk Savaş’ın ne de 12 Eylülcü kampanyaların altında ezildi.
Peki, AKP karanlığında durum nedir?
* * *
Hatırlayın…
2003’te 1 Mart tezkeresi meclisten geçemediğinde, yani ABD askerinin Irak’ı istilası için Türkiye topraklarını kullanması kabul edilmediğinde düzen siyaseti bu yol kazası olmamış gibi davranabileceğini düşünmüştü. Alamadıkları kararı uygulayıp kapıları açtılar, emperyalistlere. 12 Mart’ta TKP İskenderun Limanına dayandı.
10 yıl sonra bu kez Meclis kararı olmaksızın Patriot füzeleri yine İskenderun limanına getirildi. 21 Ocak 2013’te TKP yine oradaydı.
2022’de Denizlerin idam yıldönümünde Türkiye Komünist Gençliği İncirlik’e yürüyeceğini ilan etti. Vardıklarında tarih 15 Mayıs’tı… Başkaları bunlardan fazlasını hatırlayacaktır…
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu kez 9-10 yıl bekleyemezdi.
Ukrayna ve Filistin’de yaşananlar üstümüze üstümüze gelen savaşın yalnızca alıştırmaları sayılır. AKP’li yıllarda Türkiye’nin ABD ile stratejik müttefik olduğunun kitabı yazılmış olabilir. Erdoğan kendini Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı ilan etmiş olabilir. Ankara Suriye’ye dönük “emperyalist cihadın” ortağı, hatta üssü olmuş olabilir. Bunlara imza atan AKP’nin emperyalistler arası rekabete balıklama dalması tehlikeyi şiddetlendirmektedir.
Türkiye’de yurtseverliğin kökleri derin. AKP’nin bu kaynak karşısında eli kolu bağlı. Bizimse arkamızda hem nesnelliğin hem mücadelenin tarihi var. Önümüzdeki ufukta ise NATO hakkında halkımızın vereceği hüküm seçilebiliyor…