Etnik referans olmasın...

Aydemir Güler'in “Etnik referans olmadan” başlıklı yazısı 04 Şubat 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Milliyetçilik mi olsun, ulusalcılık mı? Türk vatandaşı mı, Türkiye vatandaşı mı? Etnik referans var mıydı, yok muydu...

Neredeyse herkes mutabık: vatandaşlık tanımında etnik referans olmasın!

Geçmiş nasıldı diye tartışıldığında mutabakat çöker tabii. Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün “Ne Mutlu Türk Olana”dan farkı üstüne uzun uzun yazılabilir. Biri kalkıp, aralarında milim fark yok diye kestirip atabilir.

Arada başka yollar olacaktır. Slogan, etnik kökenleri bir yana atıp, Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemeye çağırsa da, pratiğin şu veya bu yöne çektiğini tartışanlar olacaktır. Herkes kendine kanıt bulur.

Çünkü başka türlüsü mümkün değildir. Bu düzende eşitlik yoktur ki!

Türkçe ortak kimliğin aracı, simgesi olsun ama “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının ister İstanbullu Hıristiyanlara ister Diyarbakırlı Kürtlere uygulansın, etnik referansı açıktır.

Zor öğesinden arındırılmış bir gönüllü birliktelik olsaydı keşke...

Ortak kültürümüz yükselseydi, ama kimse zorlanmasaydı tabi olmaya!

Tersi de var. Ortak kimlik olmasaydı da Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana şu birkaç on yılı da mı görmeseydi? Anadolu 1915’te, 1923’te olduğu gibi ordan oraya göçen, göçerken ölen, birbirinin kanına susamışların cinnet yurdu mu olsaydı!

Doğru, öyle olurdu...

“Etnik referans olmasın!”

Peki değiştiriveririz tarihi. Asrı saadet masalları anlatırız birbirimize. Asrı saadet gelecekleri vaaz ederiz...

Türkiye’nin yaşadığı dağılma, toparlanabilir olmaktan çıktı. Şimdi tarih yalanları ve gelecek rüyalarıyla bu çarşafı, kimse gözlerden saklayamaz. Kimsenin de saklamak istediği falan yok.

Bir taraf özür dilemem, çarpıtıldım diyor. Sonuç: Türk etnisitesi ile Kürt etnisitesi eşit olamaz-mış.

Bu yolda “makul” bir noktada durmak mümkün mü? Bir kere bu yola girilince Zazalarla Kırmançilerin, Lazlarla Hemşinlilerin, Gürcülerle Çerkezlerin, Katolik Ermenilerle Ortodoks Ermenilerin de tartıya çıkması kaçınılmaz.

Bu bir sidik yarışı olsa, çocuklar veya ana babaları “bir çocukluk işte, özür dilerim” diyebilir. Ama bu sidik yarışı değil, ırkçılığın koyverilmesi.

Meclis kürsüsünden Türklük adına Kürtlere parmak sallanınca, Kürtlük adına da ötekilere sopa gösterilir. Kaçınılmaz.

Bu kaotik gidişin, operasyonların durdurulmasıyla, silah bırakmakla, Anayasa’da vatandaşlığın tanımıyla halledilmesi, gerçekçi konuşmak gerekiyorsa, imkansız görünüyor.

Durun, başlamayın yine “ne biçim ülke bu” diye mızmızlanmaya!

Bizim halklarımızın iyilikte de kötülükte de başkasından aşağı kalır tarafı yok. Hatta bizde bir dizi faktör ırkçı duygulara sınır koymuştur hep. Ayrımcılık hep vardır, ama bu yok etme eylemine kendiliğinden yönelmemiştir.

Şimdi “toplumsal ırkçılık” için zemin uygun hale gelmekte.

Asıl baş belamızsa “siyasal ırkçılık”. Alevi katliamlarının arkasında Sünnilerin kendiliğinden durumları değil, güdülen bir siyaset oldu hep. Irkçılık ne bir “insanlık durumu”, ne kalıcı bir sosyal vakadır. Irkçılığın ekonomi politiği vardır.

Samatya’da Ermenilere uygulanan baskıları çözmek için robot resim yetmez. Şu soruyu yanıtlamak gerekir: Yerleşik Ermeniler göçe zorlandığında bundan kim kâr sağlayacak?

Kâr mı dedim?

Ne tılsımlı sözcük!

Düzen bu sözcüğün etrafında döndüğü sürece bizi birleştiren ortak kimliklerin içinden etnik referansları çıkartıp atmak imkansızdır. Düzen kâra taptıkça, lime lime olan halklarımız birbirlerinin karşısına tartıya çıkartılıp durulur.

Birlikte yaşamak istiyor musunuz? Birbirimizi kesme olasılığından kaçacak mıyız? O halde önce solu güçlendirmemiz gerekiyor.

Solun güçlü olmadığı bir ülkede güçler kârların etrafında kümeleniyor.

Bunu söyleyince çok kızanlar vardı.

Şimdi de “haksızsınız”, “çözümleri belirsiz geleceklere erteliyorsunuz” diyebilecek misiniz?