Erdoğan’ın Bangladeş hassasiyeti

Geçtiğimiz günlerde Bangladeş AKP’li yıllarımızda ikinci kez gündeme girdi. İlki 2012 sonuydu. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Cemaat-i İslami liderlerinden Ghulam Azzam hakkında alınan idam kararının uygulanmamasını istemişti. Dakka “içişlerimize karışmayın” dedi. AKP konuştuğuyla kaldı, diyebiliriz. Kırk yıl boyunca Cemaat-i İslami’nin liderliğini yürüten Azzam doksan yaşındayken doksan yıl ceza aldı. 2014’te hapiste öldü.

Mahkemece sabit görülen suçları soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları, işkence, cinayet diye sıralanan Azzam, liderliği 2000’de Motiur Rahman Nizami’ye devretmişti. Gül’ün görevi devrettiği Erdoğan’a da Nizami’nin idamına itiraz etmek düştü. Geçmişte ülkesinde bakanlık da yapan Nizami geçtiğimiz 11 Mayıs’ta idam edildi. O da selefi gibi bir savaş ve soykırım suçlusuydu.

Birbirinden ayrı ve uzak iki bölgeli bir devlet ve emperyalizme uyumlu bir İslam ülkesi olarak şekillenen Pakistan’ın Doğu bölgesi 1971’de Bangladeş olarak bağımsızlığını ilan edince, Pakistan ordusunun ve İslamcı örgütlerin ağır saldırısı altında kaldı. Aylarca süren bağımsızlık savaşı sırasında emperyalizmin ve Pakistan’ın desteklediği İslamcı çeteler her tür savaş suçunu işlediler. Cemaat-i İslami bir kontra yapılanması olarak o günlerde öne çıktı. Merkezi Pakistan Ordusunun dışında 25 bin kişilik paramiliter örgütlerden söz ediyoruz. Vahşetin derecesini ölü tahminlerinin 3 milyonu bulmasından çıkartabilirsiniz.

Gül ve Erdoğan’ın sahip çıktığı tipler bunlar. Bizimkilere bakılırsa yargılananlar suçlu değil, İslam düşünürleriydi. soL portal konuyu daha önce okuyucularına sunmuştu. 

Suçların geçmişte kaldığını zannetmeyin sakın. Son 15 ayda altı yazar vahşice öldürüldü. Suçları “inananları rencide etmeleriydi.” Çok tanıdık ve AKP gericiliğinin Bangladeşli ideoloji, suç ve sınıf kardeşlerine sahip çıkması şaşırtıcı değil. Bangladeş’te şeriatçı çete şeflerinin yargılanabilmesine imkân veren siyasi iklimin Avami Birliği adını taşıyan modern-laik partinin yüzde 70’in üstünde oy almasına dayandığı, bizimkiler tarafından göz ardı edilir tabii ki. Millet iradesi demagojisinin zamanı değildir Bangladeş’te!

Shahriar Kabir’i soL okurları hatırlayabilir… Shahriar 2013 yazında Türkiye’ye geldi. Dünyaca tanınmış bir barış mücadelecisi, yazar ve belgesel yönetmeniydi. Dinci gericiliğe karşı yürüttüğü mücadelenin bir aracı olan Cihat üçlemesi için söyleşiler yaptı, çekimler gerçekleştirdi. O gelişinde soL gazetesinde bir söyleşisi yayınlandı. Sonra sıra belgeselinin gösterimine geldi. Son Cihat’ın galası Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. 2015 Temmuz ayında bir yolculuk için İstanbul’da aktarma yaptığında soL portala bir daha konuk oldu.

Erdoğan’ın, kendisiyle aynı kökten, Müslüman Kardeşler’den gelen Bangladeşli katillere “masum mücahitler” sıfatını yakıştırdığı günlerde Kabir bu kez Avrupa’dan dönüş yolunda İstanbul’a uğradı. Savaş suçlusu soykırımcılara uygar Batı’da da yer yer “ilim adamı” diye yaklaşılabiliyor. Kabir Avrupa’da bu gerici propagandayla mücadele amacıyla toplantılara katılmış, konferanslar vermişti.

İslamcı gericiliğin Müslüman toplumların organik, kendiliğinden ürünü olduğu kolonyalist, emperyalist demagojidir. Batıda yürütülen propagandaya şaşırmayız…

Daha öncekilerde olduğu gibi son gelişinde de Kabir’le buluştuk…

Kabir bir İslam yorumcusu değil, ama İslam inancının kendiliğinden şiddet üretmediğini, Doğu’nun kültüründe barışçı, halkçı öğelerin sanıldığından çok daha fazla olduğunu anlatmaya önem veriyor. Bir tarafta Pakistan, Türkiye ve Suudi Arabistan’daki iktidarların desteklediği, beslediği Cemaat-i İslami varsa, diğer tarafta bu gericiliğin karşısına çıkan kitlelerin çoğunluğu kendilerini Müslüman olarak nitelemeyi sürdürüyorlar, Kabir’e göre. Kabir Batıdaki İslamofobi’nin bizim ülkelere kışkırtıcı bir elitizm biçiminde taşınmasına karşı çıkmayı çok önemli buluyor.

Geçen ay Avrupa’dan dönerken Sultanahmet’te mola verdiğinde sohbetimiz idam cezası başlığına da geldi. Kabir’e göre sorun idam cezasının yürürlükte olup olmamasından öte, Batıdan bakıldığında bunun da bir gerilik göstergesi sayılması. Haydi ABD’yi geçelim; varsayılan hukuk, insan hakları, adalet, ceza gibi kavramların “Batı’ya ait” kabul edilmesi. Shahriar Hint yarımadasında bu tartışmanın eski destanlardan beri yürüdüğünü, yine sanılanın tersine bir tarihsel Hint Aydınlanmasından ve kendine özgü bir laisizmden söz edilebileceğini anlatıyor ve Batılı kibrini aptalca buluyor.

Her durumda, bugün ülkesi üstünde kurulmaya çalışılan uluslararası baskının emperyalizmle gericilik arasındaki bağı yansıttığı açık. İdam cezası ve başka ceza türlerinin tartışılması elbette mümkün. Örneğin mahkûmun kalan ömrünü tamamen yalıtık geçirmesi anlamına gelen ağırlaştırılmış müebbedin de, aynı idam gibi geri dönüşsüz ve sağaltıcı olmadığı güncel olarak tartışılıyor.

Ama Bangladeş’te tartışılamayacak bir şey var ve oralı laikler çok iddialılar. Adil yargılama ve savunma hakları mutlak güvence altında. Bu nedenle de Erdoğan tipi gericiler, biçimsel tartışmalarda oyalanmayıp katilleri alenen savunma noktasına geçmek zorundalar belki. 

Bangladeş, gericiliği, savaş ve soykırım suçları üstünden sıkıştırıyor. Orduda ve ülkenin başka kritik organlarında Pakistan etkisinin ve dolayısıyla gericiliğin halen güçlü olduğunu biliyor ve sıkıştırma, hakiki bir mücadele olarak her alanda sürüyor. Bangladeş’in Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi politik iklime uygun düşüp işlemeye başlamazdan öncesi de var. 1971’den bugüne şeriatçıların arada hükümet bile kurabildikleri uzun süre içinde Nirmul Komitesi kritik bir rol üstleniyor. Kabir’in önce belli başlı kurucularından biri, sonra başkanı olduğu bu kurumun tam adı Katil ve İşbirlikçilere Direnme Komitesi olarak çevrilebilir. 1992’de bir sivil girişim olarak açılan sayfa şimdi Ankara’nın korku kaynaklarından biri haline gelmiş durumda.

Korkmakta haksızlar mı? Gösterdikleri hassasiyete şaşırdık mı?