Derinleşen büyük yoksulluk, emekçilere “dünyanın fethi rüyasıyla” yutturulabilecek midir? Kurtuluş Savaşıyla kurulan bir ülke yayılmacılığı sindirecek midir?
Düzenin adı: Yeni-Osmanlı…
Aydemir Güler
2009 yılının Mart ayında İstanbul’da metrobüs hattının açılışına gelen Erdoğan, “Son Osmanlı padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan” yazan bir pankartla karşılanıyor. Bu mesaj 29 Ocak tarihli Davos şovuyla bağlantılandırılmıştı.
Gerçi birçok açıdan saçmaydı... Osmanlı’nın Siyonizme ayar vermişliği falan yoktu. Ayrıca hayattaki ve iktidardaki bir kişiye unvan eklenecekse “son” değil, “yeni” denmeliydi. Metrobüs töreni ise taç giymek için ideal ortam sayılmazdı…
Tabii bunlar yüzünden değil, başka nedenlerle devamı getirilmedi. İlk işaret fişeği utangaç bir izlenim bıraktı. Tamam, olay Erdoğan’ın Şimon Peres’in “ağzının payını verdiği” şovdan kısa bir süre sonra yaşanmıştı ve Ortadoğu’da Tayyipçilik bayağı yayılmıştı. Türkiye “Arap Baharı” dalgasından çok önce “Ilımlı İslam’a” geçmiş bir örnekti. AKP’nin başarısı Arap dünyasında Müslüman Kardeşler’e güç katıyordu. Ama yine de, bu popülerlik Ortadoğu’ya Osmanlı sömürgeciliğinin hatırlatılmasının yaratacağı sürtünmeyi telafi edemezdi. Eninde sonunda birçok halk Osmanlı bağımlılığına son veren, sonra Batı emperyalizmiyle mesafeyi açan bir mücadele hafızasına sahipti. Öte tarafta İslamcı akımların önemli bir bölümü de Türkiye’yi Dârülharp olarak görüyorlardı. Hem lafla peynir gemisi yürümez; Ankara’nın “daha da gelmem Davos’a” demenin ötesinde bir yerlere gitmesi gerekirdi.
Örneğin 2010 Mayıs sonunda İHH’nın, içlerinde onlarca gazeteci ve uluslararası aktivist olan 600 küsur kişilik filosu öyle bir girişim sayılabilir. Ama “büyük açılımlar” riskli olur. Sonuçta İsrail sadece Gazze’ye yardım gitmesini önlemekle kalmayarak Mavi Marmara gemisinde 10 kişiyi de öldürdü… Erdoğan bu fiyaskoyu sırtından atabilmek için Gazze seferini düzenleyenlere “bana mı sordular” dese de, AKP’den öğrendiğimiz “söylediğinin tersine yorma” yöntemini kullanarak, yolculuğun bir yeni-Osmanlı alıştırması olarak merkezden planladığını söylemek durumundayız.
Lakin Ankara 2011’de Libya operasyonunun dışında bırakıldı. Emperyalistlerin bahar çiçekleri tablosu çizmek yerine kanlı bir gövde gösterisi yapmayı tercih ettikleri anlaşılıyordu. AKP Ilımlı İslam sunumunu, Esad’a iktidarını Müslüman Kardeşler’le paylaşma ültimatomu vererek yaptı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ret yanıtıyla dönerken, AKP’yi bir süreliğine, Batı tarafından “maceraya arkadan itilme” endişesi kapladı. Ama “madem yeni-Osmanlı olmayı bu kadar çok istiyorlardı, kendilerini kanıtlamaları gerekirdi!” İngiliz ve Amerikalılar böyle demiş olmalılar.
Talimat yerine getirildi. Türkiye, emperyalizmin Suriye operasyonunda çete toplayıp yetiştirmekten, yasadışı silahlandırma ve lojistik desteklere, bir cihatçı üssü haline gelmekten, milyonlarla sayılan göçün yükünü sırtlanmaya, hem Rusya ile, hem de -Kürt özerkliği yüzünden- ABD ile gerginliğe kadar karanlık bir sürece yelken açtı.
Ortam yeni-Osmanlı kavramına yavaş yavaş ısındı. Davutoğlu Reise yaranmak için mi öne atıldı, “mayın eşeği” niyetine ortaya mı sürüldü, yoksa kendi kariyeri açısından hevese mi kapıldı, bilmiyorum. Ama 2014’ün Aralık’ında, AKP’nin Rize kongresine katıldığında açılan pankartta Arap alfabesiyle “Osmanlı’nın yiğit oğlu, Hoca Ahmet Davutoğlu” yazıyordu. Ne de olsa 584 sayfaya şişirilmiş, bana sorsanız onda birine rahat sığacak desteksiz atışlarıyla Stratejik Derinlik kitabının yazarıydı kendisi. Haksızlık etmeyelim, teorik açıdan değersiz de olsa, Türkiye’nin, Atatürk Cumhuriyeti’nin içe kapanık, korunmacı “sünepeliğini” reddetmesini, Soğuk Savaş’ta üstlenilen “ileri karakolluk” görevinden de farklı olarak yeni tip bir taşeron haline gelmesini savunan kitap 2001’de basılmıştı. “Arkadan itilmeden” yazılacak şeyler değildi bunlar.
2013’te ise Netanyahu ABD Başkanı Obama aracılığıyla Erdoğan’a Mavi Marmara özrünü iletti. Tazminat ödemeyi bile kabul etmişti İsrail. Bu gelişmeyi yeni-Osmanlı vizesinin Washington ve Tel Aviv’de imzalanışı sayabiliriz…
* * *
Köşemizin buraya kadarı, işin uluslararası ilişkiler kısmıyla ilgili olsa da, yeni-Osmanlı bir dış politika açılımı veya projesi olmanın ötesindedir. Bir bütünlük var. Bütünlüğü gözden kaçıranları ise tuzaklar bekliyor!
Bugüne kadar AKP’nin, laikliğin çanına ot tıkamasına hiddetlenen, ama “milli çıkarlar” deyince yağları eriyen nice devlet adamı, siyasetçi gördük. Veya “tek adamlıkla, bu keyfilikle olmaz” diye pek sert muhalefet yapıp demokrasi isteyenler, laikliğin tehlikede olmadığına, zaten geçmişte laiklerin de dindarlara kötü davrandığına tanıklık etmemişler miydi? Bu parçalanmış kişiliklerin özelleştirmeler söz konusu olduğunda, “yabancı değil de yerli” veya “İslamcı değil laik holding alsın” demesi, sadece memleketin pervasızca soyulmasının önünü açtı.
Yeni-Osmanlıcılık dış politikaya hapsedilemez. AKP’nin dinselleşmeyi hedefleyen, piyasacı ve emekçi düşmanı, yayılmacı stratejisi bir bütündür. Hayli uzun zaman önce hazırlanmış ve ister kravatlı ister takkeli, bütün sermaye sınıfının arkasında durduğu bir projedir. Bölgemizde ise yukarıda not edilen Washington – Tel-Aviv – Ankara üçlüsünün törenle imzaladığı bir büyük paket. Yeni-Osmanlı bütünlüklü bir halk ve memleket yağmacılığıdır.
Asgari ücrette iktidarın 22’si ile ana muhalefetin 30’u arasındaki 8 puan “Suriye’nin fethine feda” olarak, yani yeni-Osmanlı hesabına kayda geçirilmiştir. Sarı sendikacılar bunu başından beri isimleri gibi bilmektedir. “Otuzun altında yokuz” sloganı ise doğrulanmıştır. Yeni-Osmanlı’da muhalefete yer yoktur!
O muhalefet ki, seçim kazanmasının üstünden daha bir yıl geçmedi… Yeni-Osmanlılaşma ile birlikte CHP’nin “Türkiye ittifakı” şu an tamamen dağılmış, birkaç ay ağızlara dolanan “iktidar olma” iddiası terk edilmiş bulunuyor. Veya iddia onları terk etti! Her neyse, bugün ana muhalefet ardına saklandığı perdeyi çaktırmadan aralayıp “kayyım geliyor mu” diye gözlemeye itilmiştir.
Neden mi böyle oldu? Çünkü birinci parti konumuna gelen muhalefete büyük sermaye ve birtakım dış sesler “zamanı değil” demiş olmalılar. Bu ekonomik koşullarda iktidarı isteyen bir muhalefetin emekçilere seslenmesi gerekirdi. Bunun zamanlamasını malum adreslere onaylatmak isteyenin alacağı yanıt belliydi. CHP’nin içinde ve tepesinde iktidarı gerçekten isteyenler var idiyse, kendilerini büyük bir kazık yemiş gibi hissediyor olmalılar. Meğer zaman yeni-Osmanlı zamanıymış!
Bu koşullarda gerçekçi ve geçerli olan, iktidara seçimle değil padişahla pazarlık yaparak gelmek veya bir ulufe koparmaya çalışmaktır. Diğer muhalefet odağı DEM Parti bu yönelimini Meclis Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in ağzından açık etti: “Türkiye Cumhuriyeti Allah’ı her alandan silmiş, devlet kendini Allah’ın yerine koymuş ve İslam hukukuna göre haddini aşmış” ise, Kürt siyaseti de “Türkiye ittifakı” defterini kapatmış demektir. Şimdi bir koşu “Cumhuriyet taşlama ayinine” yetişmek gerekmektedir!
“Ulusalcı” muhaliflerin gözleri ise Ankara ile Şam’ın Doğu Akdeniz için verdiği sinyalden kamaşmış olmalıdır. “Mavi Vatan” İslam yeşiline boyanıp Siyonizm sembolleriyle süslenerek güncellendiğinde Türkiye’nin ulusal çıkarları ihya olacak mıdır?
Acaba memlekette bunca işsizlik varken inşaat firmalarının çevre ülkelere akın akın çimento karmaya gidecek olması hayra yorulabilir mi?
* * *
Bütün bunlar olmaktadır ve olacaktır. Ancak bu yazı bir umutsuzluk ilanı değildir.
Yeni-Osmanlı bir sadeleşmedir. Artık, düzene karşı mücadelenin, emeğin kurtuluşu hedefiyle, laiklik direnişiyle, emperyalizme karşı olduğu kadar “emperyalisti oynamaya” da karşı çıkışla ayrılmaz bir bütün oluşturduğu gerçeğiyle yüz yüzeyiz.
Derinleşen büyük yoksulluk, emekçilere “dünyanın fethi rüyasıyla” yutturulabilecek midir? Kurtuluş Savaşıyla kurulan bir ülke yayılmacılığı sindirecek midir? AKP’nin çeyrek yüzyıla yakın iktidarına karşın laiklikte ısrar eden halkımız etrafına şeriatçılık ihraç etmeyi kabul edecek midir?
Bu aralar yeni-Osmanlı’nın zaferini kutlayanları 2025’te yanıltmak boynumuzun borcudur… Bu da yeni yıl mesajımız olsun…