Deprem…

Suçu doğaya atmak kolay. Kumdan kale gibi dağılan, aslında bir mezar olduğu o gün anlaşılan evler... Bu, alçak oldukları su götürmez “deniz kumu müteahhitlerinin” ve diğer yetkililerin işi de değildi. Onlar olsa olsa tetikçiydi.

Tetikçiler katmanını kazıdığınızda onlarca yıldır iş başına gelip sonra biri diğerini kovan hükümetlerin topluca bir “imar affı koalisyonu” oluşturduğu gerçeği çıkıyordu karşınıza. Lakin suç onlarda da bitmiyordu.

İnsanların beton mezarlara tıkıştırılmasının arkasından aynı insanların kentlere yığılması sırıtıyordu. Ucuz emek gücüydüler. Onları çalıştıranlar, onları iskân edenler, ya bu gerçeği hiç düşünmeme suçunu işlemişlerdi, ya da daha kötüsü mezar binaları yaparken de bile isteye kârlarını arttırmışlardı.

Ama biri yapmasa diğeri yapacaktı. Sağlam, insana yaraşır bina yapacağım diye tutturan daha az kazanacaktı, orada da kalmayacak başkaları tarafından silinecekti piyasadan. Tek tek kapitalistler alçaklık etmeye mecbur!

Bu sermayenin kanunu ve suçlu sermaye düzeni.

Bu gerçekler 1999 depreminden önce de biliniyor ve söyleniyordu. Ama sermaye düzeninin iki güvencesi vardı. Bir tanesi; acının bu kadar ağırı insanı mücadeleye değil kurtarıcı aramaya, suçu doğaya yıkmaya, felaketin doğaüstü bir varlık tarafından yollandığı inancına iter. Din bir afyondur denir ya, afyon acıyı dindirir bir süreliğine…

İkincisi ise, “depremle yaşamaya alışmalıyız” diye ahkam kesen bilim (!) adamları iş başındaydı. Kentleri “biz” yeniden planlayıp, bilimin ve insanca yaşam ilkelerinin ışığında yeniden inşa etmeyeceksek, herhalde halktan beklenen ölümü kanıksaması oluyordu!

17 Ağustos 1999’dan sonra haber bültenleri ölü, yaralı ve kayıp sayılarını ilan etti günlerce. Toplu mezarlara yığıldığı söylenen kayıp insanlarımız nasıl sayılacaktı ki? Ama daha tuhafı, bir süre kayıplar azaldıkça yükselen ölü sayısı, bir noktadan itibaren kayıplar azalmaya devam ederken düşüşe geçti. Ölenler dirilmeyeceğine göre ortada bir saçmalık vardı. Türkiye buna tanıklık edemedi. Acıdan göz gözü görmüyor, kulaklar bültende okunan sayıları beyne iletemiyordu.

*             *             *

1999’da “eski Türkiye”de yaşıyorduk. Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı, Bülent Ecevit başbakan. 17 Ağustos bu tarihsel kişiliklerin baş aşağı gidişinin de simgesidir.

Demirel bir yıldan daha az bir zaman sonra görev süresini doldurduğunda arkasında sadece depremin değil cumhuriyetin de enkazını bırakacaktı. Sağın ülkeyi ne hale getirdiğinin sembolüdür, bir anlamda 99 depremi.

Ecevit birkaç yıl daha devam etti. Ölümünden önce kayda geçen son değerlendirmelerinden birinde siyasi kariyerinin en önemli unsurunun komünizme karşı mücadelesi olduğunu söyleyecekti. Komünizme karşı mücadelenin ödülü ülkenin yıkılması mıdır? Herhalde öyledir…

Ama Ecevit Cumhuriyet çocuğuydu ve Cumhuriyetin patinaj çağında, Cumhuriyet çocuğu olmak, anlamazdan gelme, görüp de adını koyamama hali yaratıyordu. Bir nevi şaşkınlık. Bu hal Ecevit’te Öcalan operasyonu hakkında söylediklerinde apaçık görülür. Yine 1999’da Öcalan hapse konduktan sonra başbakan Ecevit de seçimi kolaylıkla kazanmıştı. Ölümüne az kala soranlara “Amerikalılar Apo’yu bize niye verdiler, anlamadım” diyecekti. 70’lerde kendisine suikast düzenleyen kontrgerillayı da anlamadığını söylüyordu.

Birinci cumhuriyetin anlamazdan gelme halinin adı Ecevit’tir.

Bülent bey açıklanan ölü sayılarının neden azaltıldığını çözebilmiş midir acaba? Türkiye Cumhuriyeti’nin görevdeyken yürüme, konuşma ve düşünme becerilerini yitiren tek başbakanının eski cumhuriyetle özdeşleşmiş olması rastlantı mıdır?

Deprem bunları ve benzerlerini süpüren bir dalganın ilk kabarışıdır. Ölü bedenlerden yükselen koku ülkeyi sararken “7.4 yetmedi mi" pankartı yaklaşan asıl felaketi haber veriyordu.

Yaklaşan ahlaksızlığı, üstümüze çökecek olan insanın insandan nefretini, karanlığı…

*             *             *

Bizim de anılarımız var 18 yıl öncesinden. Eski Türkiye depremle süpürülür ve yobazın yaklaşan karanlığı pankart açarken “biz” yardıma koşuyorduk.

Kum siteler çöktü, yerlerine çadır kentler kurduk. Ölülerimizi taşıdıktan sonra o çadırların arasında şarkılarımızı söyledik. Yardım kampanyaları, çadır kentler, çadırların altına koymayı sonradan akıl ettiğimiz paletler, çadırların içine kurulan sobalar; şöyle şuraya da bir fidan diksek…

Bizim -yani solun- yaptığımız şeyler, yarattığımız “insanlık”, Deprem vergisi toplayıp iç eden alçakların yok ettiklerinin, yıktıklarının yanında ne kadar da azdır! On binlercemizi öldürdüler. “Biz” kurtarabildik mi?

Bugün de görünüşte öyle değil midir? Türkiye’de insana ve emeğe saldırının kötülük abidelerinin yanında direnen, örgütlenen insanlık çok mu azdır, çok mu zayıftır?

Görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır. Yıkımın ve mezarın karşı tepesine kurulan çadır, göründüğünden daha büyük bir meydan okumadır. Geleceği çadırların arasında söylenen o türküler kurar.