Deli saçması mı?

“TSK, ‘Tahrir'uş Şam'ın eskortu eşliğinde ilerledi’. Ancak TSK ve El Kaide bağlantılı grup öncesinde bölgede çatışmıştı.”

Bu, ordunun İdlib bölgesine dün başlattığı operasyonun haberi. Çok özneli, daha doğrusu bilinmeyen sayıda özneli savaş sahalarında böyle şeyler olabiliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri de artık bu bilinmeyen öznelerden bir tanesidir.

Bunlar her ay bir başka merkezden silah ve mühimmat temin edebilirler. Kurdukları ilişkiye bağlı olarak sık sık özne olmaktan uzaklaşırlar ve paralı asker gruplarına dönüşürler.

TSK da nasıl bir stratejiye bağlı olarak, hangi çıkarlar doğrultusunda ve kimlerle ittifak kimlerle hasımlık ilişkisi içinde hareket ettiği artık bilinmeyen bir kuvvete dönüşmüştür. Ankara veya Şam gibi, Tahran gibi diğer bölge güçleri, sürekli biri diğerinin içinden çıkıp veya bazılarının birleşmesi yoluyla kurulup kurulup dağılan İslamcı çeteleri kullanma becerisine sahip. Ticaret gibi, ama ondan çok daha yüksek bir hızla.

Benzer biçimde ABD ve Rusya gibi dünya güçleri de Türkiye’ye ve diğer bölge güçlerine aynı mercekten bakmaktadırlar. O da ticaret gibi…

*          *          *

İdlib, Afrin, Kobane, referandum, Barzani, Rojava, hatta Türkmenler, Kerkük, Musul… bunlar ortaya karışık servis ediliyorlar.

Sokaktaki milliyetçi ve muhafazakâr kadar sıradan, yani kural olarak “bilmeyen”, “okumayan”, yalnızca kulağı oradan buradan duyan vatandaş daha dün Ankara’daki yetkililerin esip üfürdükleri Barzani sorunu ile Suriye’nin kuzeyinde hakimiyet alanları oluşturan PKK’nin akrabası PYD’yi birbirinden ayırt etmez, edemez. Rojava neresidir, Fırat nereden akar, bilinmez…

Karıştırmak cehaletle bağlantılı olduğu kadar siyasi iktidarın bilinçli etkinliğinin de ürünüdür. Ordunun İdlib’e girdiği sıra, haberlerde “bölgenin asıl sahiplerine iade edilmesi gerektiği” lafı boşuna geçmemiştir.

İadesi istenen bölge İdlib olsa, sahibi de Şam yönetimi olacak. Ama Barzani egemenliğindeki ve Kürt nüfus ağırlıklı Irak bölgesinden söz edilmektedir aslında ve kast edilen burasının Bağdat’a döndürülmesi olsa gerektir.

Bilinçli olarak ortalığı karıştırmayı bırakıp tablonun net olarak anlaşılmasına çaba harcanması ise olanaksızdır. Zannedilmelidir ki, birilerinin (tabii ki Kürtler) Türkiye’ye meydan okumasına karşı bir şeyler yapmaktadır şanlı askerimiz!

Yoksa, dense ki, konunun Barzani referandumuyla alakası yok. Bu Rusya inisiyatifiyle oluşturulan ve “çatışmasızlık bölgeleri” kurulmasında somutlanan Suriye stratejisinin çerçevesinde bir operasyon; işin tılsımı kaçıverir.

Sokaktaki milliyetçi, muhafazakâr ve sıradan vatandaş bu bilgi karşısında “Suriyeliler birbirini yemesin diye niye bizimkileri gönderiyoruz ki” diye sorabilir ve işin içinden çıkılamaz.

İyisi mi…

*          *          *

Büyük küçük bütün egemenlere böylesi iyi gelmektedir zaten. Ve deli saçmaları sürüp gider…

Şu Akdeniz’e uzanacak Kürt koridoru, bana sorarsanız büsbütün bir efsanedir. Zira Arap Alevi Lazkiye’nin nereye gideceği veya nasıl geçileceğinin yanıtı “kafaya taş düşmesi” biçiminde de verilemez. Kürtler Hatay’ın bir kısmını alamayacağına göre Erdoğan’ın kanal İstanbul’undan çok daha beterinin petrol bölgelerinden Akdeniz’e kadar kazılması falan gerekecektir, bu koridorun gerçekliğe biraz yaklaşması için.

Ama kimsenin işine de bunu itiraf etmek gelmeyecektir. Muhtemelen Kürt egemenleri de kendi milliyetçi, muhafazakâr veya sıradanlarına böyle bir hayalin iyi geldiğini düşünüyorlardır.

Sadece Ankara’nın değil Kürt olmayan herkesin bölgede bir “Kürt tehdidi”ne ihtiyacı vardır.

Tehdidin en başta kendisi olduğunu örtmenin bir yolu bu olduğu için ABD’de sempati ve empati dolu Kürt devleti raporları hazırlanır da hazırlanır… Beyaz Saray ve araştırmacıları Amerikalıların Büyük Kürt milletinin bazen çizmeyi aşmasıyla ilgilenmeyeceğini bilirler.

*          *          *

Eğer olay, Irak’ın ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü çok önemsediğini söyleyen Devlet Bahçeli’nin, Musul, Kerkük ve adını henüz bağışlamadığı vilayetler için hazırlanmış 82, 83 diye giden numaralı plakalarla poz vermesinden ibaret olsaydı, biz de deli saçması der geçerdik. Beş bin ülkücü gibi bir şey olurdu...

Oysa, belki de tam Bahçeli plaka dağıtırken Ankara belediye başkanı kendisinden istifasını isteyen cumhurbaşkanından, başbakanlığı talep ediyormuş.

Demek ki, nasıl TSK, sayısı bilinmeyen silahlı gruplardan birine dönüşmüştür, Türkiye Cumhuriyeti de modern bir devlet olmaya veda etmiştir.

Modernliğin pratik anlamlarından biri de kurallılıktır. Türkiye de artık söylendiğinde anlaşıldığı varsayılan, herkesin aynı şeyi anlayacağı, beğense de beğenmese de uygulanacak kurallar, normlar yoktur.

Kim kimin istifasını istemektedir ve kim kime ne yanıt vermektedir? Kim kiminle savaşacak, kim kimi dost belleyecektir? Bilmiyoruz. Savaşmak nedir, dost olmak nasıldır, bunların da kuralı kalmamıştır.

Sahi; artık Türk pasaportu ABD’de geçmeyecek midir? Peki ya “ticaret”e ne olacaktır?

*          *          *

Deli saçması gibi görünen bu ülkenin ve bu ilişkilerin sürdürülebilir olmadığı açıktır. İnsanlar bir topluluk halinde böyle yaşayamazlar. Bu kesin.

Ancak içinde bulunduğumuz dönem başka türlü yönetilemez, daha rasyonel ve kurallı hale getirilemez. Daha rasyonel ve kurallı bir hayat bu zırvalıkları süpürecektir çünkü. Bu da kesin.

İçinde bulunduğumuz çok özgün siyasal durum olsa olsa bir hesaplaşmanın arifesi olabilir. Hesaplaşma hem ülkeler arasıdır, hem de başkalarının yanı sıra bizim ülkemizin içini de bağlamaktadır.

Şimdi milliyetçi, muhafazakâr ve sıradan olanın dışında bir başka faktörün, aydın ve emekçilerden oluşan bir faktörün bu hesaplaşmaya hazırlanması gerekiyor. Delilik salgınına kapılmamanın imkânı, yolu vardır.