Cumhuriyet çökünce neyi tartışmalıyız?

Şu Birinci Cumhuriyetin çöküşünü yeterince tartışmış olabilir miyiz?

Bu sorunun yanıtı, kendi içinde ve yaşadığımız tarihselliğin içinde olumsuz olarak içerilmektedir. Yeterlilik olsa olsa geleceği söz konusu değer ve erdemlerle barışık biçimde yeniden kurgulamanın mümkün olduğu bir anda oluşabilir. Ve artık ütopyalar çağından çıkalı çok uzun zaman geçti; 19. Yüzyıl başı bile ütopik sosyalistler için çok geçti. Bilim çağında hala siyasal ideoloji ve programlarını hayal kurarak şekillendiriyorlardı. Bizimki hayalci değil siyasi olmalıdır.

Yeterlilik ancak böyle oluşabilir. O da mücadele yani tarihsel pratik tarafından her yeni dönemeçte yeniden tartışmaya açılmak üzere…

Bugün geldiğimiz noktada ise Birinci Cumhuriyetin yıkıldığı saptamasının ilk doğru ve kaba çıktısının ötesine geçmenin artık zamanıdır. Bu ilk doğru ama kaba çıktı, cumhuriyetin değil kapitalizmle cumhuriyetin birlikte anılması halinin çöktüğüne dayanıyor ve sosyalist bir cumhuriyetin hem mümkün hem biricik çıkış yolu olduğuna işaret ediyor.

Halk kitlelerinin birinci cumhuriyeti koruduklarını zannederek veya onun tarihsel kimi referanslarına kendilerini bağlayarak mı mücadele ettikleri, yoksa işçi sınıfının sosyalist rotasına şu veya bu şekilde ama doğrudan angaje mi oldukları başka bir bahistir. Bu bir öznel tercih konusu olsaydı, Marksistler sosyalist bir cumhuriyetle barışık başka akımların topluca işçi sınıfı sosyalizmine iltihak etmelerini dileyebilirlerdi. Dilerdik…

Ama hayat hiçbir zaman hiçbir yerde böyle sadeleşmez. Sosyalizm ve işçi sınıfı ne ölçüde güçlenip çekim merkezi haline gelirse, kemalizm, sol-kemalizm, devrimci demokrasi, türlü jakoben hareket, üstelik sadece ulusal çapta değil, lokal ölçeklere ve toplumsal kimliklere daralarak uzun bir çekim merkezi listesi oluşturacaklardır. Tekleşmesi gereken işçi sınıfı siyasetidir. Genel olarak düzeni eleştiren hareketler zaten komünizmde tekleşmemelidir. Komünizm onları birtakım ittifak politikaları aracılığıyla domine etmeyi amaçlar.

Lafı boşuna dolandırmadım. Cumhuriyetle sosyalizm arasında denklik kuran bir mücadele, bu denkliği kurmayanlarla tartışmaya devam etmelidir. Veya bu denkliğin nasıl kurulacağını derinleştirmek durumundadır.

Birinci bölüm, giriş bölümü yazılmış bulunuyor. Birinci Cumhuriyet, topraklarımızın gördüğü en yüksek devrim zirvesi, en parlak aydınlanma abidesi olarak tarihe yazılmakla kalmamış, kendi kuyusunu kazan bir sınıfsallığa sahip olduğu için beş para etmez imamların oyuncağı olup çözülmüştür. Bu kadar. Bu yeterli. Artık bu girişi şişirmenin manası bulunmuyor.

Neyin yapılmaması gerektiği konusunda ise bir süre daha tekrardan bunaltmak pahasına uyarıları sürdürmek gerek. Uyarının esası düzen içi, uzlaşmacı muhalefetin kurduğu tuzaklar. Bunlar hem kendilerine hem geleceğe açılabilecek yollara tuzak kuruyorlar. Kabaca restorasyon diyoruz; başkaları demokrasi mücadelesi, saraya karşı mücadele, barış veya çözüm süreci diyorlar. Uyarımız, AKP’yle uzlaşmama uyarısıdır.

Ama dolayısıyla CHP’li HDP’li uzlaşmacılık türleriyle de uzlaşmama uyarısıdır.

Üçüncü bir türevi olarak da, bu adı geçen partilere akıl vermeyi meslek edinenlere uyarıdır. Bu yapıların uzlaşmacılığının değiştirilebilir olmaktan çıktığını görmeliyiz. Nasıl Birinci Cumhuriyeti çürüten sınıf karakteriydi, Kemalist/sosyal-demokrat/ulusalcı ve Kürt ulusalcı/liberal-demokrat muhalefetleri çürüten de sınıf karakterleridir. AKP’ye karşı duralım, ama AKP’nin arkasındaki sınıfla bozuşmayalım… Olmuyor.

Belli ki bu uyarılar üstünden daha çok zaman tartışmamız gerekiyor.

Bu ikinci bölümün dolmasını beklemeden artık bir üçüncü sayfanın da açılmasının zamanı gelmiş bulunuyor. Bu diğerlerine göre çok daha bize ait olan bir bölüm.

Cumhuriyetin korunmaya çalışıldığı evreyle yeni bir cumhuriyet mücadelesi arasında yapısal fark vardır. Artık sosyalizmin taktikleri ve dili, elde olmayanı korumak ve övmek üstüne kurulamaz. Çökenin içinden sola açılan dinamiklerdir, bizi birinci derecede ilgilendiren.

Bu noktada başlangıç tezimiz, Birinci cumhuriyet döneminde topraklarımızın aydınlanma, ilerleme namına gördüğü her şeyde “bizim” emeğimizin, bizimkilerin bulunduğudur.

Türkiye’de Halet Çambel’siz arkeoloji, Behice Boran’sız sosyoloji, Aziz Nesin’siz mizah, Nâzım Hikmet’siz şiir, Orhan Kemal’siz öykü olmaz. 1920’lerden başlayarak TKP’nin işçi hücreleri olmadan da işçi sınıfı olmaz. Ruhi Su olmadan Alevi bağlaması dağ köyünden metropol merkezine gelemez. “Bizi” tıptan çıkartın, geriye ya üfürükçüler ya da ilaç satıcıları kalır. İşin ilginç tarafı başka alanlarda üfürükçülük ve satıcılık işlerini yürütmek için bile “bizim hainlerimize” muhtaç kalmıştır bu düzen. Nedeni basittir; Türkiye kapitalizmi ilerlemeci değil, yiyici, soyguncu, yağmacıdır. Bu yüzden imamlıkla çok uyumludur ve yine bu yüzden en basit kapitalist modernite gereklerini yerine getirmek için bile bizden kadro çalmak zorundadır.

Bu yaklaşımın çok çıktısı olur. Örnek olsun; demek ki Türkiye’de solun cefa çekmiş, gadre uğramış, işkencelerde her yanı sızlamış bir tarihe hapsedilmesini reddetmeliyiz. Bizim tarihimiz halkı aydınlatma tarihidir.

Bu yaklaşımın derinlik kazanması gereken çok yanı da vardır. Kapitalizmin aydınlanmayı kemirmesi evrensel bir saptama olarak bize yetmez. Bize bu ilişkinin Türkiye somutluğunda nasıl şekillendiği gerekiyor.

Çok çalışmamız, çok gelişmemiz, bir mücadeleyi çok daha sağlam örmemiz, örgütlememiz gerekiyor. Birinci cumhuriyetin çöküşü, cumhuriyet bayrağının Kemalistlerden sosyalistlere geçmesinden ibaret bir sonuç yaratmıyor. Bayrağın yeniden dikilmesi gerekiyor.