Cehalet mi riya mı?

Devletin tepesi kandırıldık diyor, milletin tabanı da “yahu her yere sızmışlar…” Birinciler hakikaten kandırılmış olabilir mi? İkinciler “sızma” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyor olabilirler mi?

Bu sorulara olumlu yanıt vereceksek, yani kandırılmışlarsa ve ötekiler de çok şaşırmışsa, karşımızda akla hayale sığmaz bir cehalet var demektir. Yanıtımız olumsuzsa aynı boşluğa akacak olan riyanın, sözlükte bulacağımız anlamları fersah fersah aşan bir toplumsal vaka düzeyinde olacağını tahmin edebiliriz.

Yıllardır Türkiye’de, örneğin AKP’nin nasıl bu kadar oy aldığına şaşan bir taban vardır. Yanıt seçenekleri halkımızın tümden (veya pratikte bu anlama gelecek ekseriyetle) kaybedildiğiyle başlar: “Batmış abi bu memleket! Gidecem valla!” Gericilik, şeriatçılık on milyonlarla sayılmaktadır buna göre. Bana sorarsanız yanlış yanıt!

Sonra AKP’ye oy verenler için cahiller, kandırılmışlar diye sürer akıl yürütme. Bana sorarsanız bu da yanlıştır. Ülkede suikastla öldürülen aydından, katliam gibi işyerlerine gömülen işçilerden, duble yolların mezbahaya dönmesinden, göstere göstere katledilen kadınlardan, Gezi’nin çocuklarından; yetmedi, ayakkabı kutusu dolusu paralardan, millete küfrede küfrede her iki dünyalığını doldurup da doymayan patrondan, kısaca soygundan, talandan; sınav yolsuzluklarından, siyasal baskılardan, yobazlıktan… eninde sonunda siyasi iktidarın sorumlu olduğunu bilmemek için cahil değil ölü olmak gerekir.

Yaşı erenler Demirel’in Fırat nehri kıyısında kaybolan kuzunun hesabının kendisinden sorulması gerektiği yolundaki veciz sözünü hatırlar. Erdoğan bunun orijinalinin Hazreti Ömer’e ait olup Dicle için söylendiği biçiminde bir düzeltme de yapmıştı. Ve zaten kişisel kabahatin cezasının karakol dayağı olduğunu, büyüklerdense hesap falan sorulamayacağını en iyi o cahil denen sıradan kitle bilir. Yaşamıştır, tanık olmuştur çünkü. Tanıklık en az soyutlama gerektiren bilgilenme türüdür. Yani biliyorlar!

Gericilik ve sömürü düzeni yaşamını, bu işten fayda sağlayanların büyük çoğunluk olmasına veya büyük çoğunluğun kandırılmışlığına borçlu değil. Fayda sağlayanlar her zaman azınlıktır ve onların inanmış/kandırılmış militanları da -çoğunluk değil- güçlü ve örgütlü olabilirler, arkalarında büyük destekler bulunduğu da kesindir. Ama mesele bu alçaklık çarklarının çoğunluğun bir biçimde rızasını almış olmasıdır. Rıza-çıkar ilişkisi: “Bir gün talih, devlet baba, her neyse… bizim de kapımızı çalar inşallah…” Düzenin sahipleri, beyler, paşalar, patronlar güçlüdür ve güçlüyle iyi geçinmek, kendini zayıf sayan ve gerçekten de zayıf olanların kendiliğinden refleksidir.

“İnsanlık durumu” bütün bunları içeriyor işte. Çok kalabalık da olsa, örgütsüz ve yalnız kalmış insanlar güçlünün gölgesinde bulacağı kırıntının zamanla lokmaya, belki parsaya dönüşebileceği yanılsamasından beslenirler.

Bunların bir bölümü alternatifin ne olduğunu duymuş, dinlemiş, okumuş da olabilir. Böylelerine demokrat veya sosyal-demokrat diyoruz! Ancak bütün güçsüzler ve yalnızlar gibi onların da acelesi vardır ve zorlu bir örgütlenme, dayanışma, mücadele sürecine yönelmek yerine kısa yol ararlar. Bundan daha kötüsü olmayacaktır nasılsa!

Ancak insanlığın bu sakil yüzünün bir sınırı olmalıdır. Vardır öyle bir sınır: Cinayet ve hırsızlık görmezden gelinebilir. Bundan fazlası, yani cani ve hırsızların övünerek ortalıkta gezmeleri durumu, sıradan ama insan olanın vicdanına sığmaz. Yani gericiliğin belli bir dozajdan fazlasını hayata geçirmek için punduna getirip, iyi bir ambalaja sokup “normal” bir vicdana yutturmak yetmeyecektir. Çok daha radikal olunmalı ve insanlık durumuna son verilmelidir. Toplum yalan da olsa vicdan üstünden değil, riya üstünden örgütlenmelidir!

Ama bu hal de, bir toplumun sonudur. Bu hal şekillendiğinde vahşetin en görülmemişinin kapıları ardına kadar açılır. Oraya geldik mi?

Türkiye uzun süre görmeyenler, duymayanlar ülkesiydi. Vicdanları rahatlatmanın bir yoluydu bu. Bugün Erdoğancıların Gülencileri tasfiye harekâtı vicdan kavramının terkedilmesini gerektirmektedir.

Kandırıldık diyene kimse inanmıyor. Karikatürde olduğu gibi koca koca adamlar oturmuşlar “çok iyi kandık ama – amma da kandırılmışız” diye konuşuyorlar bir masa etrafında. Yetmedi; canlı yayında! Nasıl da sızmışlar diyen taban da kimsenin bir yere sızmadığını, “buzdağının görünen kısmının” orduda general-amiral düzeyinin yarısı olamayacağını bilir. Kamuda çalışıp da durumu görmemek olanaksızdır örneğin. 170 ülkede özel okulların sıza sıza kurulduğunu düşünmek imkânsızdır. Bir akademisyenin akademideki tarikat örgütlenmesinin gizli olduğuna inanması mümkün değildir. Artık çıkmayan bir günlük gazetenin zamanında gerçekten 1,5 milyona yakın tiraj yaptığının yalan olduğunu basınla ilgili herkes bilir.  

Herkes biliyor. Herkes yalan söylüyor.

Soru şudur: Türkiye bir riya toplumu olur mu, oldu mu?

***

Benim yanıtım şu: Eşikteyiz ama tehlikenin büyüklüğü olanakların da büyüklüğünü içinde barındırıyor.

Erdoğan ile Gülen örgütlerinin vicdanları körleştirme operasyonunun bir momentinde halk kitleleri kendilerini “vicdan” olarak örgütledi. Takvimler 2013’ün Haziran başını gösteriyordu.

Ancak vicdan kendi başına, kendiliğinden bir örgüt değildir. Herhangi bir “kurtuluş” hareketi, vicdanla barışık olmak zorundadır. Ama örgüt ve hareket vicdani değil siyasi olmak durumundadır. Bu yüzden solda kalın bazı kafalar hiç anlamasa da, Haziran direnişinin laikliğini yeryüzü sofrasına meze edenler, siyasi duyularını geliştirme gayretine flamasızlık barajı dikmeye kalkanlar, sorgulayıcı aklı “basgeç”le kadükleştirenler, katil ve hırsızlara duyulan insani tepkiyi diyalog çağrısıyla sulandıranlar suç işlemişlerdir. Vicdanla barışık ve tutarlı olabilecek tek akım olarak sosyalizmin önüne kesme operasyonunun Türkiye’yi bir riya toplumuna götürmenin ana yolu olduğunu anlamayanlar kenara çekilmelidir.

Ama durum anlaşılır: Düne kadar Gülen gazetelerini “özgür basın” diye sınıflandırırsanız şimdi AKP tashihçisi olmaktan başka çare bulamazsınız örneğin!

AKP’nin içinde “devlette tasfiye yürütüyoruz, partiyi temizlemiyoruz, bu ne iş” diyenler varmış. Neden bunlardan diğer üç meclis partisinde de çıkmadığını merak ediyor musunuz? Bu muhalefet şimdi ancak AKP’nin davet ettiği kadar var olabilir! Yeri gelmişken; demokrasiye sahip çıkan parlamento var ya, bütün Fethullah sempatizanlarını bir araya toplamak mümkün olsaydı, AKP’nin birinci parti olmaya devam edip etmeyeceğini kimse bilemez! Bu yüzden şimdi milli mutabakat zorunludur.

***

Peki, Türkiye herkesin riyakâr olduğu ve bunun parçası olarak aptala yattığı bir ülke olabilir mi?

Hrant Dink’in 2007’de alçakça öldürülmesi AKP’nin devlette köklü bir reorganizasyona girmesine yaradı mı yaramadı mı? Genelkurmayın kozmik odasına 2010’da girilmesi reorganizasyonun gerektirdiği şiddetin sergilenmesi ve kontrgerilla müktesebatının gasp yoluyla devralınması anlamına geldi mi gelmedi mi? Yine 2010’da Baykal tasfiyesi? Ya Rus uçağı? Ya Suriye rezaleti?

Erdoğan takımı şimdi bütün bunları Gülencilerin sırtına yükleyecek.

- Kandırıldık!
- Nasıl da her yere sızmışlar!

Türkiye bundan ibaret olabilir mi sorusunun yanıtı evetse, bu toplum örgütlü bir riya toplumu olmuştur. Dolayısıyla tarihsel varoluş hak ve meşruiyetini yitirmiştir. Bu topraklarda sonsuz kombinasyonlarla herkesin birbirini kesmesi kaçınılmazdır.

Türkiye sağı riyakârdır ve artık sağ vicdanı kör bir toplumu bile değil, bir riya toplumunu yönetmeyi deneyebilir ancak. Bu olmayacak duaya âmindir. Çünkü riya toplumuna dönüşmek demek kendini imha etmek demektir. Sağ yönetemez!

Türkiye solunda, ulusal solunda, sosyal-demokrasisinde… Riyaya ayak uydurmaya karar verenlerin çok olduğu görülüyor. Bu hem sağcılıktır, hem de Türkiye’den umudu kesmek.

Başka yol var. Olmalı demiyorum; insandan umut kesilmez sözünün kendisinin ve kelime dizininin bile kaderci bir çağrışım yaptığının farkındayım ve öyle de demiyorum. Türkiye’de umut var. Bizim de acelemiz.