Bu kadarı da...

AKP'nin hal ve gidişi gerçekten ilginç bir hal aldı. Başbakanın tiyatroculuğa bir araba laf ettiği günlerde İstanbul'da bir sanatçılar buluşmasına TKP'yi temsilen gidip iki çift söz söylemiştim. Sol okurlarının tahmin edeceği gibi, bu konuşma, özü itibariyle AKP'nin saldırılarını şiddetlendirmesinin kesinlikle gücünü arttırmasından kaynaklanmadığına işaret ediyordu. “Yahu adamlar çok güçlü” hissiyatı kırılmalıydı. Yalnızca çıkış yolu göstermediği için değil. Kırılmalıydı, çünkü bu tamamen yanlış bir değerlendirmeye dayanıyordu.

Bu görüşüm her yeni gündem maddesiyle daha da güçleniyor.

AKP her geçen gün “bu kadarı da olmaz” dedirtiyor. Örnekleri sıralamaya ihtiyacımız yok. Bu kadarı, sözcüklerin gerçek anlamında da “olmayacaktır”!

Siyasal rejimler analiz edilirken ikna ve zor mekanizmalarına çokça referansta bulunulur, ya hani. Kuşkusuz bu iki kanal biri diğerini büsbütün reddederek değil, özgün bileşimler yaratarak hayata geçirilir. AKP'nin dünyasında “ikna”, yalnızca kendi kendini ikna etmeye döndü! AKP'nin islamcı yobaz, karşı-devrimci, dolayısıyla tanımı gereği sınırlı tabanını militanlaştırmaktan başka bir şeyi gözetmeyen siyaset içeriği ve tarzı, daha geniş toplumsal kesimleri gözardı ettikçe faşizmden farksız hale gelmektedir. Militanlaştırılan taban, muhalefete uygulanan zor'u meşru sayıyor...

Bu sürdürülebilir bir ikna-zor bileşimi değildir.

AKP uzun süre kendisinden uzlaşma, hiç değilse tartışma bekleyenlerin karşısına Türkiye'de sağın her zaman seçmen çoğunluğunu almış olmasına dayanarak yanıt üretti. Bu tarzın tuttuğu da söylenebilir. Ancak bu tarzın sonsuz bir ufku olamaz. Sağ ideolojinin yalnızca kendi iç dinamiklerine yaslanarak, mantıksal sonuçlarına doğru ve sınırsız biçimde yol almak mümkün değildir. Toplumun başka birikimleri de vardır ve bunlar gündeme gelen olasılıklara kimi sınırlar çizerler.

Örneğin her zaman çeşitli yollarla çocuk düşürmüş kadınları farklı kurallara uydurmanın sınırı vardır. Binlerce yıldır Anadolu kültürünün bir parçası olan içki baskılanabilir, ama tasfiye edilemez. İşçi sınıfına bin bir çile çektirilebilir, ama mücadele etmek için hiçbir zaman yasal düzenleme yapılıp kendine izin verilmesini beklememiş bir sınıftan grevsiz çalışma düzenine boyun eğmesi beklenemez. Alevilerin kimliklerini sakladıkları yüzyıllar olmuştur belki ama çocuklarını Sünni eğitimine güle oynaya göndereceklerini uman yanılır. Kürtlerin önemli bir bölümü inançlı müslümandır gerçekten ama din kardeşliğinin ulusal özgürlük taleplerini gereksiz hale getirmesi, olmayacak dua olarak kalır...

AKP, sağı, dinci siyaseti, karşı-devrimci duyuları yani kendisini ne kadar konsolide ederse etsin, bu tarihsel ve yapısal engelleri aşamayacaktır.
İyi de, gerçekten böyle bir kırmızı çizgi varsa, iktidar bunu fark etmiyor mu?

Bu sorunun yanıtının çok fazla önemi bulunmuyor. Çünkü siyasette davranışları bu tür farkındalıklar veya bilinç öğesi belirlemiyor. Yine örnek olsun, AKP Ortadoğu'da emperyalizme “vazgeçilmezliğini” göstermek zorundadır. Yeterince savaş kışkırtıcılığı yapmadığında, bölgesel düzenlemelerde devre dışı bırakılma olasılığı kendini gösterebilir ve bu yıkım olur.

Ya da Türkiye'nin en hızlı büyümüş sektörü olan havacılığın, aşılamayan dünya ekonomik krizi altında eldeki altyapının ve pazarın sınırlarına çarpma olasılığına karşı, AKP sınıf görevini yapmaya çalışmaktadır. Bu zorlu koşullarda, bir de emekçi faktörüyle uğraşmamak için grev yasağı kendince dahice bir buluş olmanın ötesinde, benzeri bir saldırı kesinlikle zorunludur. Bunu yapmayan bir AKP'ye, sermaye sınıfının güveni gerileyebilir ve bu yıkım olur.

Böyle yaptığında ise kırmızı çizgiye basmış, baltayı taşa vurmuş olacakmış. Burjuva siyaseti yapısı gereği bunu gözardı etmek durumundadır. Gözardı ettiğinde çizgi, taş ve balta orda durmaya devam eder. Sermaye siyasetinin mantığı budur ve bu mantık AKP'nin davranışlarını anlamak için anahtardır. Fazlası Tayyip Erdoğan'ın kişisel karizmasını her daim yükseltme ihtiyacına, bu da yetmiyorsa eldeki kadronun cahilliğine, şımarıklığına falan bağlanabilir...

Ancak “bu kadar da olmaz” denecekse, kast edilen Erdoğan'ın nefretindeki, Gökçek'in edepsizliğindeki kişisel tonlar olmamalıdır. Yaşananlarda Türkiye'de gericiliğin sınırlarını görmek mümkündür.