Bizim Cüneyt

Ben Cüneyt Cebenoyan’ın sinema yazarlığından fazla söz edemem. İlle bana sorarsanız, benzersizdi derim. Ama “bana sorulmamalıdır”. 

Ben, olsa olsa, seyrettiği film hakkında yorumları benzeştiğinde, kendini sınavdan geçer not almış öğrenci gibi hisseden bir izleyici olabilirim. Cüneyt’in yazılarında genellikle öyle hissetmişimdir. Hem sadece sinemada da değil. Gerçi benim çok zevk aldığım bir konserden yarıda çıkmasını “neydi o öyle, yemek müziği mi” diye açıkladığına denk gelmişliğim de var, ama sayesinde tanıdığım müzisyenlerden biri Bonny “Prince” Billy, mesela. İyi ki, tanıştırmış.

Bir diğeri çıkmış aklımdan; eski mesajlaşmalarımız duruyor sanal ortamda, orada rast geldim: Sufjan Stevens’ı Cüneyt’ten öğrenmişim meğer… Şu linki yollamış bana zamanında.

Yeri gelmişken; Bonny “Prince” Billy’nin, Cüneyt’e bir doğum günü hediyesi var, Cüneyt kaydetmiş videoya

Konunun benimle şöyle bir alakası var ki, doğum günümüz aynıydı. Benden bir yaş büyüktür…

Ama geçmiş yazışmalarımız arasında gezinirken en sık rastladığım karşılıklı doğum günü kutlayışımız olmadı. Demek çoğunlukla telefonlaşmışız o günler… 

Şimdi Cüneyt bu dünyadan çekip giderken benden doğum günü kutlama fikrini de çalıp götürdü. Bıraktıklarının yanında bunun lafı mı olur? Örneğin cenazesinde anladım ki, bir dolu ortak tanıdığımıza “beni sevdiğini” söylemiş; hissettirmiş ya da. 

Ağzından çıkmış bir kere, Cüneyt! Geri alamazsın artık. Bana kaldı işte

***

Entelektüel ilgi alanı gayet geniş, ürettiği çok şey olan, her sözü, her satırı belli ki akıl ve emek ürünü olan bu neşeli Marksist, biliyorsunuz, bir PKK bombasıyla ablasını, ’99 depremiyle oğlunu, babasını ve annesini yitirmişti. 

Depremin yarattığı sonuçları doğaya veya kadere bağlamak, üstesinden gelmeye yardımcı olur mu, bilmem. Belki de acının farkında olmamayı sağlıyordur... Cüneyt acısının bilincindeydi ve dışa vurmaktan kaçınmadı. Trafiğin kapitalizmin katliam mekanlarından biri olduğu günümüz Türkiye’sinde yaşadığımıza göre, ölümünü katarsak üç (üniversite yıllarındaki hapisliği de ekleyelim - dört) farklı toplumsal trajedinin aynı kişinin kısa ömrüne doluşması kuşkusuz büyük talihsizlik. Ama terör, deprem ve trafiği bu alçaklık düzeninde talihsizliğe bağlamak topu taca atmak olur. Bildiğimiz, bizim Cüneyt’in bunların üstüne üstüne gittiğidir.

En fazla da liberal ve sol kesimlerde yaygın bir tabunun üstüne gitti. PKK’nin Onat Kutlar’la birlikte bizden çaldığı Yasemin’in hesabını hatırlatmaktan hiç vazgeçmedi. 

Benim anlamadığım şey şu: Neden benim meselem sadece benim meselem olarak kalıyor? Neden benim ablamın öldürüldüğü eylem benim en yakınımdaki insanların, arkadaşlarımın bile tavrını etkilemiyor?” Duruyor bu satırlar facebook sayfasında.

Ölünün ardından siyaset yapmak da hoş karşılanmaz mı acaba? Ama devamını da biraz aktarmak durumundayım: 

Nasıl olup da gidip HDP’ye ve (…) gönül rahatlığıyla oy veriyorlar ve hatta benim de içinde bulunduğum gruplara ‘Haydi oylar HDP’ye’ tarzında mesajlar gönderiyorlar? Ben mi yanlış yapıyorum? Ben mi kişiselleştiriyorum? Ben mi anlamıyorum? Lütfen anlatın, anlamıyorsam. Senin ablanı PKK öldürmedi diyorsanız, yazın bir yazı, beni ikna edin PKK’nin öldürmediğine. Senin ablanın ölümü, Türkiye’nin esenliği için gerekliydi diyorsanız anlatın bana, neden gerekli olduğunu

Ben mi bu kadar önemsizim, Onat Kutlar mı bu kadar önemsiz, Yasemin mi bu kadar önemsiz ve daha sayısız masum kurban mı? Bazı cinayetler herkesi, bazıları ise sadece mağdurlarını mı ilgilendirir? Lütfen anlatın. Ki anlayayım, nasıl HDP’ye gidip oy verebildiğinizi ve bana da HDP’ye oy ver çağrısında bulunabildiğinizi.” 

Parantez içindeki üç noktayı bir ismi çıkartmak için koydum oraya. Hem kişiselleşmesin hem de 2014 seçimlerine sıkışıp kalmayalım diye. (Malum 2014 seçimlerinde ben de TKP adayıydım İstanbul’da)

Kişiselleştiriyor muydu Cüneyt? Kişisellikten soyutlayamayanlar, soyutlamak işine gelmeyenler Yasemin Cebenoyan-Onat Kutlar katliamı için “talihsizlik” diyecek ve topu taca atacaklardır. Cüneyt Türkiye entelijansiyasının son 25 yıllık sendromu gereği buna fazlasıyla maruz kaldı. Hatta sosyal medya lincine bile uğradı. Sonuncusu sanırım bir Fatih Akın projesi nedeniyle sözünü sakınmamasından çıktı. Çok doğru şeyler yazmıştı; altına imza atarım… Bu kez tartıştığı ismi yazacağım; Birikimci Orhan Koçak’a Birgün’deki köşesinden yanıt vermişti.

Okudunuz mu? Okursanız eğer, bu cesur ve kararlı anlatım sizi başka türlü düşündürtebilir. Ama Cüneyt örgütlü siyaset içinde değildi. Yalnızca, ne yaptığının bilincinde, bilgili ve vicdanlı bir sosyalistti. Bu kişilik özellikleri o ağır kişisel acısına tutsak düşmesine izin vermemiştir. Konuyu o da kişiselleştirmemiş ve örneğin “anlatın bana” diye seslendiği insanların hiç de az olmadığı bir topluluk adına basın metni okuma görevini üstlenmekten de geri durmamıştır. Sözünü ettiğim, Çağlayan Adliyesi önünde Hrant Dink soruşturmasıyla ilgili bir basın açıklaması. Sanırım yukarıda alıntı yaptığım yazıyla aynı yıl… Hayır, hiç de kişiselleştirmemişti, Taksim’de patlatılan o alçak bombayı.

***

Birikimciye yanıt verirken, ilk Marksizm eğitimini Birikimcilerden aldığını not ediyordu. Ben 1980’lerde Boğaziçi Üniversitesinde tanıştığımda o “öğretmenler” geride kalmıştı, hatırlıyorum. 

Ölümünün hemen ardından bir gazeteci başına gelen ilk talihsizliğe “pankart astığı için” diye göndermede bulunmuş. Doğrusu şudur ve yine kendi anlatımıdır: 

12 Eylül olmuştu ve anayasa oylaması yapılacaktı. Ben o zaman Boğaziçi Üniversitesi'nde okuyordum. Örgütlü değildim ama 'Cuntanın Anayasası'na Hayır' diye yazılar yazıldı. Bu yazılar toplanıyor. Bu yazılar kaligrafi uzmanlarına veriliyor. Uzmanlar da öğrencilerin kayıt işlerinde verdikleri yazılarla karşılaştırıyor ve orada bir kişinin yazısını eşleştiriyor. Eşleştirilen kişi diğerlerini söyleyince benim de aralarında olduğum birtakım insanlar tutuklanıyor. Sonuçta kıytırık bir eylem ama 'cunta' yazıldı diye devletin manevi şahsiyetine hakaret olarak kabul edildi ve biz düpedüz hüküm giydik. İki yıl iki ay hapis cezası, dört ay Bandırma'da sürgün cezasına çarptırıldık.” (http://arsiv.sabah.com.tr/2009/04/19/pz/haber,FB63BFB4C0324E1ABDDC3212C2...)

Arada “kıytırık” dediğine bakmayın. Eylemin siyasal etkisi ile alınan ceza arasındaki oransızlığı kast etmiştir mutlaka. Belki eylemin tekniğiyle ilgili başka şeyleri de… Yoksa o dönemin TKP gençliği çevresinde organize edilen bu eylem, 12 Eylül faşizmine karşı verilen mücadelelerin içinde bir damladır. “Talihsiz” Cüneyt bunun parçası olmanın onurunu taşımış olmalıdır.

Bu arada; o dönemin TKP’siyle şimdinin TKP’si aynı değildi. O sıra biz Gelenek’i çıkartmaya bile başlamamıştık.

***

Yine ölümünden sonra bir CHP yöneticisi, bir dönem bu partinin İstanbul İl Başkanlığında basın danışmanlığı yaptığını hatırlatarak andı bizim Cüneyt’i. Emek gücünü kiraladığı bir işti o, biliyorum. Üstelik “doğrucuydu” Cüneyt ve içeride gördüklerini yazmaktan geri durmayacaktı. Dönemin İl Başkanını politik pozisyonlarıyla da bütünleşen bir değerlendirmeyle “kötü insan” olarak mahkûm edecekti. Meraklısı arayıp bulabilir yine facebook’ta. Oğuz Kaan Salıcı’dır adı geçen ve Cüneyt’in tarif ettiği kötülüğün içinde Sarıgül’ü aday yapmak da vardır, yanı başında çalışanlarla arasındaki diyalogsuzluk da… 

“İyi insan” olmak önemlidir. Yıllar önce “bir deneyelim bakalım” diye İznik gölü kıyısında aldığımız kerevitlerin canlı canlı kaynar suya atılarak pişirilmesi gerektiğine geç aymıştık. Pişirdik, ama doğru düzgün yiyemedik. O günahkarlık duygusunu ben hiç unutmadım. O da unutmamıştır, hayvancıklara çektirdiğimizi, eminim… O zamanlar Yalova’daki ev yıkılmamıştı daha. Ali yoktu henüz dünyada.

***

Cüneyt’le üniversitede önce arkadaş olduk. Dostluğumuz, arada gerçekleşen “yoldaşlığın” kısa sürmesinden, ilişkimizin yükselip inmesinden etkilenmedi. Madem ideolojik bir sıkıntısı yoktu ve yalnızca “örgütlü olmayı” tercih edemiyordu, hiç olmazsa aidat ödemeye devam etmeliydi. Devam etti uzun zaman. Evet, bir ara Gelenekçi oldu. Partiye varmamıştık daha. Ben aracılık etmiştim… 

Söyledim ya, kaç gündür her fırsatta eski iletilere, paylaşımlara, makalelere bakarak andım onu. Doğum günü kutlamasından feragat etmek yetmezdi dostluğun hakkını vermeye. Bir köşe yazısı da yetmeyecek, tabii ki. Bu eksilmeyi “zaman telafi etmeyecek.”  

Üstelik dostluktan fazlası vardı ve o kısa süreli Gelenekçiliğin ötesine, otuz yıl sonrasına taşmıştı. 2014 Temmuz’unda telaşlı bir mail atmış bana: “Neler oluyor TKP’de?” Yanıt yazmamışım. Buluşup anlatmış olmalıyım… 2016’da OHAL sonrası ilk devrimci çıkış olan 4 Eylül Kartal mitinginin çağrıcıları arasında yer almış... 2017’de yazışmışız yine; TKP’nin bağımsız adaylarına oy vereceğini ilan etmişti sonrasında... 2018’de Nâzım Hikmet’in YKY tarafından sansürlenmesine karşı çıkan aydınları bir araya getiren NHKM listesinde de var… Lince uğradığı sıralar ben yoklamışım: Gelsene, bir kahve içelim, sohbet edelim…

Yazıp sormamışım hiç, iletilerde yok. Buluştuğumuzda da “Ah Cüneyt” demiş olamam: Bu iğrenç düzenin en trajik bedellerinin hepsini bizzat senin mi ödemen gerekiyordu? Alacağın olsun demek, ne kadar saçma. Hepimizden alacağın var