Avrupa baharı mı?

Dünyamız 1970'lerin kriz sinyallerinden itibaren ve somut olarak 1973 Şili darbesinden başlayarak karanlık bir çağın ayak seslerine sahne oldu. Özellikle 1990'larla, zifiri karanlık bastı ortalığı.

Sonra bize “kolaycılıklara karşı uyarı” görevi düştü!

Felaket haberciliği devrimci bir misyon değildir, çünkü umutsuzluk yayar. Ama buldumcuk olmak da tuzaktır. Karşı taraf ilerici güçlerin düştüğü irili ufaklı tuzaklardan enerji üretme yeteneğine sahip olduğundan uyarı, hatalara karşı mücadele başlı başına bir mücadeledir.

Polonya'nın eksikli sosyalizmi sarsılırken yeni bir işçi hareketinin yükseleceğini iddia edenler, bu yükselişin Papalık desteğiyle, Katolik Kilisesinin himayesinde, emperyalizmin fink attığı bir devinimle yaşanabileceğini varsaymış oluyorlardı. Polonya'da emekçi tabanını kazanan bir karşı-devrim yaşandığını görmemek tuzaktan öte ihanetti.

Sovyetler Birliği sarsılırken demokrasinin önünün açıldığını iddia etmek, bu ülkenin dünya çapındaki önemi gözetildiğinde Polonya'dan da beterdi.

Artık solun genel olarak aydığı, ortaya çıkan sonuçları gördükten sonra sürdürülmesi olanaksız hale gelen yaklaşım örneklerini bir kenara bırakabiliriz. Seattle'da patlak veren küreselleşme karşıtı mücadeleler buldumcuk olma meselesine daha uygun düşer.

Yanlış olan, kapitalizme karşı mücadelenin sınıf mücadelesi, sosyalizm programı, sınıfın sosyalist öncü partisi olmaksızın yürütülebileceği teziydi. Bu tez anti-kapitalist bir tez değildi! Birinci dalga küreselleşme karşıtlığı, teorik zeminini geleneksel marksist, komünist problematiğin reddi üstüne kurdu. Bir keresinde “21. yüzyıl sosyalizmi” söyleminin 21. yüzyıl kapitalizminin değil 20. yüzyıl sosyalizminin eleştirisi olduğunu dile getirmiştim. Emperyalist-kapitalist sistemle bu ölçüde ortak payda ilericiliğe sınır getiriyordu.

Bir tuzak buydu. Dünya çapındaki eşitsizliklere ve savaşa protestolar halinde süren, genel yapısı itibariyle ideoloji, sınıf, öncülük, politik örgütlenme, siyasal iktidar perspektifi kavramlarına uzak duran bir akımın düzene alternatif çıkartması mümkün olamazdı. Hareket giderek sönümlendi.

Öte yandan, kuşkusuz biçimde, bu hareket kapitalizmin karşı-devrimci, gerici, militarist hamlesine direnç dinamiklerini de içeriyordu. İçermiş ve bu dinamiklerin gelişimini bloke ederek etkisizleşmelerini de hazırlamıştı. Küreselleşme karşıtı mücadelelere abartılı bir iyimserlikle yaklaşmak bedelleri ağır bir tuzak oldu.

2008 krizinin, kapitalizmin somut ve güncel görüngüsü, biçimi olarak neo-liberalizmin altını oyacağını biz de hemen ve hiç duraksamaksızın söyledik. Ancak bunun kendiliğinden bir çözülüş olamayacağını ekleyerek... Neo-liberal gericiliğin inandırıcılığını sürdürmesi olanaksızlaşıyordu ve sosyalizm bu boşluğu büyük bir ileri hamleyle doldurmanın stratejisini geliştirmeliydi.

Ortadoğu'da olmadı... Önce sol, emperyalizmi “statükoyu sarsan dinamik bir faktör” olarak görmekten uzak durmalı, tersine çağın gerici statükosunun emperyalizm tarafından yeniden ve yeniden yaratıldığını kavramalıydı. Bunun yerini kitle kuyrukçuluğu aldı, sosyalizm programını ve önderliğin rolünü yok sayan bir “hareketçilik” balıklama attı kendini tuzağın içine.

Benzer bir uyarı emperyalist metropollerdeki “işgal” eylemleri için de geçerli. Bu dalganın “ikinci küreselleşme karşıtı dalga” olma olasılığı yüksektir. Bu haliyle kaderinin birinciden farklı olma olasılığı ise hiç yok. Kapitalist krizler, işçi sınıfı ve sol tarafından müdahale edilemediği, bu anlamda kendi hallerine bırakıldığı durumda önce toplumu çözer, lumpenleştirir ve sonra daha gerici statükolar üreterek bir biçimde düze çıkar. Bombalar çözülüşse, bombaların yok ettiği kentleri inşa etmek düzlük!

Ekonomik krizin 2008-2009 yıllarının yalnızca ilk uğrak olduğu artık görülüyor. Bu kesinlik bir sonuç olamaz. Tersine mücadele bu noktada “yeni” başlar.

Kriz ve mücadelenin merkezi, son olarak, parlamenter demokrasinin ileri coğrafyası olarak pazarlanan Avrupa'da yoğunlaştı. Papandreu ve Berlusconi'nin düşüşünün krize ödenen bedel ve -Yunanistan'da daha fazla olmak üzere her iki ülkede- mücadelelerin ürünü olduğu doğrudur. Solun ve emekçilerin mücadelelerin ürünü alkışlanır. Hele düzenin iki büyük partisinin emek-düşmanı bir koalisyonda birleşmesiyle birlikte, düpedüz ana muhalefet gücü haline gelen Yunanistan Komünist Partisi, KuKuE ayakta alkışlanır.

Ancak... Henüz başlayan bir mücadelede sarhoşluk haline karşı uyarı gerekiyor. Herkes Avrupa burjuvazilerinin büyük ekonomik kriz karşısında kıtayı hangi yola soktuklarını iyi okusun: Belçika 2010 baharındaki seçimleri yürütme erkine yansıtmadı hâlâ. Yunanistan ve İtalya'da halk oyuna dayanmayan, teknokratik hükümetler kuruluyor. Özetle parlamenter demokrasi yerini başka bir şeye bırakıyor.

Seçimlere katılımın düşmesi, emekçi nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan göçmenlerin siyasal haklardan yoksun bırakılması, sendikaların daralması, sınıf örgütlenmelerinin zora koşulması, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yükselmesi karanlık on yılların özellikleriydi parlamenter demokrasiyi zorlayan bir çözelti birikiyordu. 2011 sonuna gelirken, bu sistemin değişmesi gündeme gelmiştir.

Kapitalizm, egemenliğini seçim ve parlamento ile sürdürmekten vazgeçme eğilimini açık etmektedir. Yeni bir faşizm türevinden başka bir şey olmayan bu gelişmeyle birlikte, zafer sarhoşluğuna yer bırakmayacak ölçüde büyük bir tehlike Avrupa'nın semalarını kaplıyor. Avrupa kabuk değiştiriyor ve bu değişim komünist harekete sosyalizmi yeniden bir alternatif olarak yükseltme olanağını sunuyor. “Avrupa baharı” yaklaşımı eski tuzaklara koşmak, karşı-devrimi anlamamak ve devrimci olanakları tepmek olacaktır.

Umut mu, umutsuzluk mu? Yunanistan'da bütün bu tuzakların çok farkında devrimci bir komünist parti varken, elbette umut!