Aydemir Güler

12 Eylül sürpriz değildir ve sol için “hazırlıksız yakalandı” denemez. Gerçek, solun hazırlık yapmadığıdır.

12 Eylül sürpriz değildi

Aydemir Güler

Geçtiğimiz Ağustos ayında bu köşede “sosyalizm stratejisi” başlığını açtığımda, arada şöyle yazmıştım: “Solun iki tane verimi yüksek stratejik tartışma dönemi var. Birincisi 1960’lara ikincisi 1980-90’lara tarihlenebilir.”

O gün birinciden başlamıştım. Araya başka konular girdi; bugün 1980-90’lara yine sıra gelmedi… Bir ara halka daha var, yazılması gereken…

12 Eylül 1980 Türkiye’nin tarihsel yıkım anıdır. Ancak bu askeri darbe asla sürpriz olmamıştır. 

Yalçın Küçük laik sanılan askerlerin dinci bir darbeye hazırlandıklarını tutarlı bir teorik öngörüyle kaleme almıştı. 

1973-1974’te Atılım yaparak sol siyaset sahnesinde yerini alan dönemin TKP’sinin 1977-1978 tıkanışını MESS grevleriyle aşmayı denediği düşünülebilir. Ama o sıra yurtiçi örgütünün sorumlusu olan Nabi Yağcı’nın hatıra niyetine verdiği bilgiye göre, -öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül 1980’in içine yerleştiği- bir yıllık zaman diliminde bin kişi yurtdışına çıkartılacaktır. Yağcı bu sayının “ailelerle birlikte” olduğunu not etmiş; yani giden “kadro sayısı” binin altında olmalı... Büyük, çok büyük sayıdır… Darbeden sonra gidenlere, daha doğrusu gitmeleri için hakkında karar alınanlara “direnmek varken nereye?” diye sorabiliriz. Zira bu ölçekte gitmek, yenilgiyi kabul etmek oluyor... Önceden gidiş ise “yenilgi öngörüsünün kabul edilmesi” oluyor! Bu çok daha trajik… Konumuz açısından, darbenin sürpriz olmadığını gösteriyor.

Darbe sürpriz değildi; Devrimci Yol davasında bir numaralı sanık olan Oğuzhan Müftüoğlu Murat Belge’yle, artık yapılacağı kesinleşmiş darbenin arifesinde görüştüğünü, Belge’nin “yapacak bir şey yok” yaklaşımında olduğunu aktarır. 

Bir dizi sol örgütün darbeyi izleyen günlerde “örgütlü korunma” kararı almak için yarışa girdiklerini benim yaşımdakiler gayet iyi hatırlayacaktır. Pratikte kast edilen neydi; o değişebilir. Kesin olan, kast edilen pratiğin içeriğinde direnmenin olmadığıdır.

Oysa darbecilerin en az iki etkili direniş beklediklerini, bu köşede geçenlerde de yazdığım gibi, biliyoruz. TKP belirlenimli DİSK’in fabrikalarda ve Dev-Yol’un silahla direnmesi. İkincisinden bölgesel düzeyde, yani ülke çapında etkisi olmayan bir kısıtlılık içinde söz edebiliyoruz. İlkine ise yine anılarda rastlıyoruz: Partili bir işçi önderi fabrikasını direnişe taşıyabileceğini iletiyor, sorumlusu öneriyi reddediyor. Anlaşılan o sıra parti merkezinde birileri “12 Eylül’e neden faşist denemeyeceği” üstüne çalışıyorlar. Kısa süre sonra bu isimle bir broşür bile çıkıyor!

12 Eylül sürpriz değildir ve sol için “hazırlıksız yakalandı” denemez. Gerçek, solun hazırlık yapmadığıdır. Bu tutuma uygun düşen görüşlerin Murat Belge tarafından formüle edilmiş olmasının üstünde şimdi durmayacağım!

Bütün bunların nedeni beceriksizlik değildir. Aslında 12 Eylül 1980, sol, darbeyi bu tarihten çok önce yediği için sürpriz olmamıştır. Bana sorarsanız temsili darbe tarihi 1 Mayıs 1977’dir. Öyle ki, komünist ve devrimci hareket 12 Eylül 1980’e yenik girmiştir…

Kuşkusuz Taksim Alanında kanları dökülen işçilerin ve devrimcilerin yükü çok ağırdı. Ama mücadelede ödenen bu tür ağır bedeller bazen ileri sıçratıcı bir birikimin parçası olur. Eğer siyasal strateji söz konusu saldırıyı yanıtlama gücünü içeriyorsa…

Bu güç yoktu, çünkü 1977’ye gelindiğinde, ülkeye dair yapılan saptamalardan ve savunulan tezlerden bağımsız olarak Türkiye solu sosyalist iktidar perspektifiyle değil demokratikleşme programıyla ve beklentisiyle hareket ediyordu. 

Akla bazı şerhler gelebilir; atlamayayım… Solda gayet radikal hareketler vardı. Ancak radikallik siyasetin içeriğiyle değil mücadelenin araçlarıyla ölçülüyordu. Bu yanlış bir ölçüttür. En radikal sol hareketler de demokrasiciliğin ötesine geçememişlerdir. 

Bir istisna olarak programında sosyalist devrim yazan ikinci TİP ise bu bakış açısının propagandasını yaptığı üç-dört yılın ardından sahada yol alamadığını görmüş ve direksiyonu demokratikleşmeciliğe kırmıştır. 

1977’de yaşananlarsa katliamdan daha fazlaydı. Egemen güçler, yaşanan politik krizden bir karşıdevrim çıkartmaya karar verdiler. Taksim’de kontrgerillanın kurşunlarıyla ilan edilen buydu. 

Üç yıl boyunca Türkiye “düşük yoğunluklu bir iç savaş” yaşayacak ve faşist darbe için koşullar oluşturulacaktı. Egemenler dünyasında daha önce ciddi anlaşmazlıklar olduğu anlaşılıyordu. Örneğin 12 Mart’tan birinci olarak çıkan Ecevit CHP’sinin karşıdevrim yerine sosyal-demokrasiyi bir alternatif olarak gündeme getirdiği görülüyordu. 1977’de DİSK’te kendisine el uzatan TKP’yi tasfiye etmeyi kabul eden, 1978’de kendisi hükümetteyken Maraş katliamını seyreden CHP, aynı dönemeçte yeni stratejiye ikna edilmiştir. 

Türkiye solunun farklı kesimlerince “milli”, “ulusal”, “halk”, “ileri” sözcükleriyle nitelenen demokratik devrim programları, CHP’nin terk ettiği limana demir atmak anlamına geliyordu. Aslında liman kapanmıştı. Sol, sosyalizmi bir seçenek olarak gündeme taşıyamayacaksa, ülke ekonomik ve sosyal programı çoktan hazır olan bir faşizme götürülecekti. Faşist terör solu savunmaya itiyor, bu konumlanış toplum genelinde “aşırı uçların çatışması” olarak algılanıyordu. Artık toplum solu bir umut olarak göremez olmuştu. 

Sol farklı pencerelerden gözünü CHP’ye çevirmişti. CHP’cilik solu yatağa düşüren hastalıktır. 12 Eylül darbesi sürpriz değildir.

Faşizme karşı direnişi tek tek devrimcilerin kahramanlığına bırakan sol siyasetin önünde sadece bir yenilgi sayfası değil, kendi kendini tasfiye, oto-likidasyon süreci açılıyordu. Artık masanın üstü boşaltılabilirdi. Bütün bilinenler sıfırlanabilir, her şeyden tövbe edilebilir, bütün değerler ve ilkeler revizyona sokulabilirdi. Demokrasiyi CHP’den nafile bekleyenler yüzlerini ilerici olduğu rivayet edilen kimi generallere, sonra darbenin ekonomisti Özal’a, darbenin yasakladığı Demirel’e, hatta meydanlarda “İkinci İnönü geliyoooor” diye anons edilen Erdal Beye dönebildiler. “Demokrasi mücadelesi” solun tasfiyesinin takma adı mı olmuştu?

Ama madem tasfiyeciliğin önü alabildiğine açılıyordu, buna direnç göstermek, geleneği yaratıcı biçimde yeniden inşa etmek de, ister istemez gündeme gelecekti. Solda tasfiye sürecine sadece itiraz edilmedi. Tasfiyeye yeniden kuruluş eşlik etti. 1980 ve 90’larda verimi yüksek bir strateji tartışmasının yapılabilmesinin temelinde bu vardı. Bunu da gelecek hafta ele alırız…