1 Mayıs'ta değişen

1 Mayıs 2010 bazı şeylerin değiştiği bir tarih olmaya adaydır. Az sonra söylemeye çalışacağım gibi bu olumlu bir değişim...

Görüşümü bu denli yumuşak biçimde ifade etmemin nedeni, gerekli olup olmadığı belirsiz bir tevazu değil. Söz konusu değişimin “artık cebimize konduğunu” düşünmememiz ve asıl bundan sonra yapılacaklarla elde edilebileceğini veya elde tutulabileceğini bilmemizde yarar var.

1 Mayıs ile, solun toplumsal algıdaki yeri açısından bir değişim gündeme girmiş bulunuyor. Sol nedir? Ne yapar? Kime sol denir?

Bu soruların nasıl yanıtlanacağı, sol içi bir mücadelenin konusudur ve yanıt öyle her isteyenin keyfine göre değil belirgin bir nesnellikle şekillenir.

1980'lerden bu yana Türkiye solunun ağırlık noktaları üç kaynak tarafından belirlendi: Topluma “bizim başkalarından farkımız çok fazla değildir” diye seslenen sivil toplumcu liberal yaklaşımlar, toplumu ürküten ve solu kendi içine kapatan romantik devrimci demokratlık ve Kürt siyaseti. Bu üç kaynağın soldaki tezahürünün ortak paydası, sınıfları değil sol ile devletin karşıtlığını temel almalarıydı. Bunların dışındaki kaynaklardan beslenen ve aralarında geleneksel komünist veya marksist-leninist konumlanışlar da bulunan sol hareketler, toplumsal algıda kenarda kalmışlardır.

Daha net anlaşılması için şöyle ifade edeyim: Sol hakkında özel bir bilgilenme olanağı olmayan “sıradan” kişiye yukardaki soruları sorsanız, alacağınız yanıtlar sözünü ettiğim üç kaynağın damgasını taşırdı... Bu tablo zaman içinde değişir. Örneğin 1980 öncesi solculuk algısında bir tarafta adalet ve vicdan duygularını temsil eden popüler atmosfer, diğer tarafta “sağ-sol kavgası” söyleminin beslediği değerlendirmeler, ya da CHP'yi kerteriz noktası alan demokratlık gibi unsurlar ön plandaydı...

1 Mayıs 2010, önemli bir süredir bu alanda yaşanan değişimin tamamlandığı tarihtir. Ya da en baştaki söze sadık kalırsam, böyle olmaya adaydır. Burada Taksim kutlamasındaki nicel kompozisyon ve mitingden topluma yansıyan temel ses önemlidir.

Sağcı sendikaları ihmal edip sola bakarsak, nicel kompozisyon aşağı yukarı birbirine denk dört parçada betimlenebiliyor: Sendika solu, “diğer” örgütlü sol, örgütsüz sol kamuoyu ve TKP. Bunların ilk ikisinin gerilediği son ikisinin ise yükseldiği rahatlıkla saptanabiliyor.

Her eylemin bir ana seslenmesi vardır. Bunda biricik unsur katılımın “örgütsel” dağılımı olmayacaktır. Başka faktörlerin de etkisiyle eylemin topluma ilettiği çağrı bir tür sentez biçimini alır. 1 Mayıs 2010'da AKP'nin amaçladığı “demokrasi taşıyıcısı” imajı gerçekleşmedi. Bunda, alanda önemli bir ağırlık oluşturan TKP kadar, sağcı sendikaların 1 Mayıs ile aralarındaki doku uyuşmazlığının bir türlü aşılamamasının, hükümet partisinin sermaye temsilcisi ve gerici kimliğinin bir takım liberal yorumlarla örtülemeyecek kadar belirgin olmasının payı çoktur. Deyim yerindeyse TKP'nin nicel ağırlığı ve kızıl rengi, AKP'nin demokrat değil, -her anlamda- gerici olduğu gerçeğini alanda somut ve güçlü biçimde dile getirmeye vesiye olduğu için, sadece bir örgütsel veri olmaktan çıkmış, siyasal ve toplumsal değer kazanmıştır.

Sağcı sendikalara büyük darbeyi ise, Tekel işçilerinin organize olmayan tepkisi vurdu. Bu tepkinin olmadığı ve Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen'in AKP'ci (ve Kamu-Sen'in MHP'li) temsilcilerinin konuşma yaptıkları bir kürsü, kuşkusuz 1 Mayıs'ın “çağrı”sının nasıl bir senteze oturacağını etkileyecekti. Bu konuda Özgür Müftüoğlu'nun dünkü sol portalda yayınlanan yazısı ve Kemal Türkler'in kızı Nilgün Soydan'ın 1 Mayıs gecesi bir TV kanalında dile getirdiği “işçi böyle uyarılarda bulunur” değerlendirmesi, daha fazla konuşmayı gereksiz hale getiriyor. Türkiye işçi sınıfı gerçeğine ve 1 Mayıs'a denk düşen, Taksim'de gericilerin konuşmaları değil, konuşmamalarıdır. Bir grup Tekel işçisinin müdahalesi bu konuda sert bir uyarı sayılmalıdır.

Artık en başa dönebilirim...

1 Mayıs 2010'un açtığı pencereden başınızı uzatıp “sıradan” insanlara “solu nasıl bilirsiniz” diye sorarsanız, AKP karşıtlığının damga vurduğu bir yanıt alırsınız. Daha önceleri toplumsal algıda solu temsil edebilen Ufuk Uras veya Taraf çizgileri, bu açıdan marjinalleşmiş bulunuyorlar. Taraf'ın 1 Mayıs muhabirliğini emanet ettiği, adının önüne “eski TKP'nin son genel sekreteri” diye uzun sıfatlar eklediği Nabi Yağcı da, dün Meclis'te AKP'nin alkışlarıyla oy kullanan Uras da marjinaldir artık.

Bu değişim herkesin diline de yansıyıverdi. 2 Mayıs tarihli yorumlarda liberaller derin bir hayal kırıklığı içinde solun hâlâ değişmediğini, eskide kaldığını anlatıp duruyor, değişime ayak uydurmayan sola ömür biçiyorlardı.

O halde bizim de dilimiz değişmelidir. AKP'ciliğin solun bir türü olmadığı, artık uzun gerekçelere muhtaç olmayan bir toplumsal algı konusudur. Solcu, komünist, marksist-leninist konumlanışın solun ta kendisi olduğunu temel alarak konuşabilir. Bu çok uzun zamandır uzak kaldığımız bir avantajdır.

Üstelik Taksim alanının dışında ve 1 Mayıs'ın sonrasında da, “bazı işler” yolunda gidebiliyor. Anayasa değişiminin Meclis'te uğradığı yol kazası, Tekel direnişinden sonra sola yazan ikinci bir gelişme oldu. Diğer örgütlü sol kesimlerin ve sol sendikaların dramatik gerilemesi ve örgütsüz solun kabarışının beslediği ağır sorunlar vardır bunların karşısında önemli olanaklar da... 1 Mayıs günü solda ortaya çıkan değişim bu olanakların nasıl değerlendirileceğine bağlı olacaktır.