'Köy öğretmeninin notları'ndan

27 Mayıs 1960 günü yapılan askerî müdahaleye, o zamanlar, “27 Mayıs Devrimi” denirdi. O dönemde ben, Bingöl’ün Göriz adlı bir dağ köyünde öğretmendim.

Okurlarıma bu yazımda görev yaptığım köyle ilgili izlenimlerimi değil, 1960’lı yılların başlarında Bingöl gibi kıyı kenar bir Doğu Anadolu kentinde esen genel toplumsal ve siyasal rüzgârları ve daha sonra Erzincan’daki serüvenimi özetlemek istiyorum.

En başta şunu söylemeliyim: İl merkezindeki bürokratlar, şaşılacak ölçüde demokratik, hatta “ilerici”ydi. Çünkü, genel olarak toprak ağalarını ve kasaba mütegallibesini temsil eden Demokrat Parti, 27 Mayıs Devrimi’yle iktidardan düşürülmüş, onun yerine, Atatürkçü köklerden beslenen bir asker-sivil küçük burjuva iktidarı kurulmuştu. Bingöl il merkezi de bu iktidarın küçük bir yerel örneğini oluşturuyordu.

Bingöl’deki “Devrim valisi” Kemalettin Gazezoğlu (ışıklar içinde yatsın), benim gibi bir köy öğretmeniyle “Anadolu’nun aydınlanması” konularından tutun, “sosyalizm”e kadar her konu üzerine tartışmaktan hoşlanan bir insandı. Köy enstitülerinin yetiştirdiği aydınlardan biri olan Hayrettin Uysal, ilerici bir Milli Eğitim Müdürü olarak yöre halkının aydınlanması yolunda köy öğretmenlerinin her “haklı ve yerinde istek”ini yaşama geçirmeye çalışırdı. Tarım Müdürü ile Veteriner Müdürü de ilerici arkadaşlardı. Şunu da belirteyim: Lisedeki kimi öğretmenlerin de katıldığı, son derece ileri bir aydın grubu vardı Bingöl’de. O yıllarda Tarım Müdürlüğü’nde “teknik tarım teknisyeni” olarak görev yapan köy kökenli arkadaşımız Vahap Erdoğdu’nun da grubumuzda yer aldığını eklemeliyim. Bu arkadaşlarla Bingöl il merkezinde düzenlediğimiz tiyatro etkinlikleri, açık oturumlar, hatta bir “Bingöl Festivali”yle halkla bütünleşme yollarını arıyorduk. Şunu da ekleyeyim: Vâli’nin gönderdiği bir otobüsle Göriz köyünden hemen bütün kadınları gönüllü olarak sinemaya götürdüğümü de söylemeliyim.  

Valimiz Kemalettin Gazezoğlu, benim görev yaptığım Göriz köyüne birkaç kez gelmiş, yalnızca “yoksul” değil, açlıktan konuşmaya bile mecali kalmamış insanların halini görmüştü. Gazezoğlu, bir gelişinde de benim kaldığım odayı görmek istemişti. Odamdaki portatif karyola üzerindeki yatağımı, çalışma masamdaki yazı makinesiyle aydınlatma için kullandığım iki büyük gaz lâmbasını ve duvardaki üç raf dolusu kitaplığımı görünce bana “siz” demeye başlamıştı. Oysa ben ona, her zamanki gibi arkadaşça “Sen” diyordum…

Sonra bakın n’oldu? Kemaleddin Gazezoğlu, terfian Erzincan Valiliği’ne atandı. Birkaç hafta sonra da ondan bir mektup aldım: Benimle çalışmak istediğini yazıyor, beni Erzincan’a çağırıyordu. Göriz’de üçüncü yılı doldurmak üzereydim ve bir Doğu Anadolu köyü üzerine edindiğim izlenimleri yeterli saydığım için, Erzincan’a istekli gittiğimi söylemeliyim. Öğretmen kadrosunda olmama karşın, şimdiki görevimin adı, “Valilik emrinde halk eğitim uzmanı”ydı.

1964 yılının ilk aylarıydı. Köyleri dolaşıp duruyor, yörede oldukça yaygın bulunan halıcılık geleneğini kooperatiflerde toplamayı planlıyordum. Bu konuda Vali Bey de bana destek oldu: Sanayi Bakanlığı’na bağlı Küçük El Sanatları Daire Başkanlığı’ndan “örnek” olarak getirilen çok sayıda halı tezgâhını köylülere bedava dağıtmamı sağladı. Ben de İstanbul’daki dostlarımın desteğiyle maliyeti pek de yüksek olmayan yün boyalarını getirmeye çalışıyordum. Halılarda kullanılacak ana hammadde olan yün ise tabii ki köylüdendi.

O dönemde, Erzincan’ın merkez köylerinde halıcılık epeyce gelişmişti. Ancak kentteki halı toptancıları, tezgâhta çalışan köy kadınlarının eskiden olduğu gibi Isparta halılarını örnek almasını istiyor, bense buna karşıt olarak yerli motiflerin kullanılmasında diretiyordum. Ayrıca, Bingöl’de olduğu gibi, her girişimimin il düzeyindeki bürokrat arkadaşlar tarafından destekleneceğini umuyordum.

Hiç öyle olmadı! Çünkü başta buradaki bürokratların anlayışı olmak üzere, Erzincan’da 27 Mayıs Devrimi’nin “yarattığı hava”dan en küçük bir iz bile kalmamıştı! Buranın Milli Eğitim Müdürü, her karşılaşmamızda bana yabancı uyruklu garip biriymişim gibi, hayret eden bir suratla bakıyordu. Veteriner Müdürü ve Tarım Müdürü ise her seferinde beni görmezden geliyor, onlar zaten akşam olunca Şehir Kulübü’nde oyun masasının başına oturuyordu. Şimdi burada yurtsever bir köy öğretmeninin hayalleri değil, kasaba mütegallibesi işbaşındaydı. Aylar içinde onlarla benim aramdaki gerilim öylesine tırmandı ki, halı toptancıları olduğunu düşündüğüm çevrenin adamları,  bir akşam Halk Eğitim Merkezi’ni kurşunlatarak niyetini açıkça gösteren ilk işareti verdi. O sırada ben, Erzincanlı gençlerle sahnelemek istediğim tiyatro eserinin provasındaydım.

Ama ertesi gece aynı saatlerde n’oldu? Nasıl olduysa oldu, halı toptancılarının vitrin camları aşağı indirildi.

Uzatmayayım, Erzincan’ın tadı kaçmıştı.  Ertesi akşam, trenle Erzincan’dan ayrıldım…