“Asıl önemlisi, büyük görünmek değil, gerçekten büyük olmaktır.”
L. v. Beethoven
Toplumların ekonomik yapısı tarafından belirlenen üstyapısı içinde, felsefe, bilim, sanat gibi toplumsal kurumların yer aldığı bilinir. Felsefe ile müzik sanatı da eş türde, aynı kategoride (aynı “ulam”da) bulunmaktadır. Yalnızca felsefe ve müzik sanatı mı? Mimarlık, resim, heykel, süslemecilik, edebiyat, tiyatro gibi bütün sanat dalları ile bilim, hukuk, siyasal örgütlenme biçimleri, hatta din gibi toplumsal kurumlar da felsefe ile aynı üstyapı ulamındadır ve birbirini etkiler.
Bir örnek verelim: Ortaçağda dinsel felsefenin koşutunda, dinsel müzik, dinsel mimarlık, dinsel resim, dinsel hukuk, dinsel efsane gibi, hepsinin rengi “dinsel” olan bir toplumsal üstyapı vardır.
Bu yazımda, bütün bu üstyapı kuramlarından ikisini, felsefe ile müzik sanatını seçerek onların çok yönlü bağıntıları üzerinde kısaca duracağım. Söz konusu bağıntılar, ayrı alanların temeldeki karşıtlıklarıyla birlikte, nicelik, nitelik, koşutluk, bütünleyicilik gibi genel özellikleri içerir. Ancak bir zorluğum var: Türkçenin bir kültür dili düzeyine çıkma yolunda henüz tam gelişememiş olması nedeniyle anlatım olanaklarının yetersiz kalması… Felsefe ile müzik arasındaki bağıntıları dile getirmek üzere yaptığım bu çalışmada, söz konusu zorluğu elimden geldiğince aşmak istediğimi okurlarım sezeceklerdir.
TARIM DEVRİMİ
Tarihin gördüğü en büyük devrimlerden biri, tarım devrimidir. Bu devrim, insanoğlunun avcılık ve toplayıcılık ekonomisinden, toprağa yerleşme aşamasına yükselmesi demektir. Böylece insanoğlu, kendi besinini üretmeye, hayvanları evcilleştirmeye, yıllık besinini depolamaya, yazı, hesap, takvim bilgisini ve tekerlekli araçları kullanmaya, artan üretim ve artan nüfus sonucu kentleşmeye, işbölümüne ve sınıflaşmaya başlamış, hayvanların gücünden, kölelerin enerjisinden yararlanarak ilkçağın yüksek uygarlıklarını kurmuştur. Söz konusu uygarlıklar, büyük nehirlerin çevresindeki verimli topraklarda yapılan sulu tarımın sağladığı bolluğun kültürel ürünleridir: Nil ülkesi, Fırat ve Dicle ülkesi, Ganj ülkesi, Yenisey ülkesi ve benzerleri...
Felsefe, bilim ve sanat, yaklaşık bir tarihle M.Ö. 4000 yıllarında yeşermeye başlamış, süreç içinde boy vermiştir. İnsanbilim (antropoloji) dalında değerli bir uzman olan Bozkurt Güvenç, ilkçağın yüksek uygarlıkları üzerine şöyle bir özet yapar:
“Çağdaş varlıkla ilkelliği ayıran hemen bütün ölçütler, yazı, matematik, hukuk, madencilik, gemicilik, ticaret, para ve pazar ekonomisi, resmî eğitim, işbölümü, doğal çevreden daha fazla yararlanma, yeni enerji kaynaklarının bulunup kullanılması ve kentleşme, tarım devrimi ile başlamış, belli merkezlerden bütün dünyaya yayılmıştır. Bugün de yaşayan semavî dinler, krallıklar, sultanlıklar, feodalite ve imparatorluklar, tarım devrimine dayanan, onun eseri olan ve onu yöneten toplum biçimleridir.” (1)
Bu dönemde bilim ve sanatın önem kazanmasıyla kökeni “büyü” olan inançlar gerilemiş, insanoğlu düşünce ve sanatta, tarihsel tanımı içinde tarım devriminin yaratıcı müzikal ürünlerini geliştirmiştir.
MEZOPOTAMYA VE MISIR
“Belli bir tarih dönemini adlandıran “İlkçağ” kavramı, geniştir: Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar (aşağı yukarı İsa’dan önce 4’üncü bin yıldan başlayarak) İsa’dan sonra 395 yılında Roma İmparatorluğu’nun “doğu” ve “batı” olarak ikiye ayrılmasına kadar sürer. Bu uzun zaman aralığında birçok kültürler doğup gelişmiştir. Uzakdoğu ve Hint kültür çevrelerini bir yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Kalde, Elam, Asur), Hitit, Fenike, İbranî, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz.”(2)
“İlkçağ felsefesi” denince akla antik Yunan felsefesi gelir. Çünkü bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilkin ortaya koyan, ilkçağın Yunan kültürü olmuştur. Acaba antik Yunan kültürünün dışındaki kültürlerde düşünceyle ilgili çalışmalar, irdelemeler yok muydu? Tabii ki vardı. Çünkü her toplum, kendince dinsel tasarımlara, söylencelere, dünya ve evrenle ilgili birtakım pratik bilgilere sahipti. Bu bilgiler, uzun yıllar içinde kazanılan görgülerden, ya da kullanım değeri olabilecek amaçlara ulaşma bakımından, insanoğlunun doğa hakkındaki düşüncelerinden oluşmuştu. Söz konusu kullanım değeri olan görgü ve bilgiler, insanoğlunun doğa olaylarına bir ölçüde egemen olmasını sağlamıştır. Başka deyişle bu bilgiler, “praxis”in üzerinde “theoria”ya, yani “bilim”e yükselmiş değildir. Felsefeye ise hiç değil. Bu düzeye ulaşmak için daha aşılacak uzun yollar vardı…
Müzik sanatında da durum pek farklı değildir:
İsa’dan önce 3500 dolaylarında, Sümer tapınaklarında inanç yakarıları, etkileyici olması bakımından şiirli bir biçim sergiliyordu. Yakarıların geliştirdiği bu şiirlerin dinsel şarkılara dönüştüğü açıktır. İ.Ö. 2000 yılı dolayında, Sümer dualarının, rahip ve koronun karşılıklı söylediği “responce” ve iki koronun değişimli olarak söylediği “antiphone” biçimleriyle yapılandığı bilinmektedir. (3)
Çok verimli olan Nil çevresinde tarım erken başlamıştır. Burada yaşayan boylar, tarlalara zarar veren hayvanları uzaklaştırmak için, çalpara benzeri vurmalı ve sallamalı çalgılar icat etmiştir. Bu çalgılar, giderek “doğaya şükran dansları”nın eşlikçisi olmuştur.
Mısırlıların İ.Ö. 2700 yıllarında Mezopotamya ile etkileşim içine girdiği sanılmaktadır. Çünkü çalgıların bir bölümü ortak özelliktedir. Bu etkileşim, “eski krallık” evresinin sayısız hanedanlıklarının başlangıç dönemine rastlar.
Telli çalgıların başında, dev bir yay olan ve yere oturtulan arp geliyordu. Tek parçadan oluşan şasesi, ilkel dönemlerin yay üzerine gerili ilk telli çalgısının benzeriydi. Mısır’daki vurmalı çalgılar ise el davulu, darbuka ve iki sistre çeşidi olan “İba-sistrum” ile “Naos-sistrum”du. “Orta dönem devleti”nde (İ.Ö. (2040-1650), Mısırlı yazarların mezar duvarlarına resmettikleri müzik topluluklarında şarkıcılar çoğunluktadır. “Yeni krallık” döneminde (İ.Ö. 1550-İ.Ö. 1070) ise arp gelişmiş, tel sayısı 16’ya kadar çıkmıştır. Arapça “el-ud”dan gelen lut, rebab tipinde ya da gitar biçimindeydi.
Demir çağına girildiği’nde, Ortadoğu’nun öteki uygarlıklarındaki gibi, Mısır uygarlığının da özgün karakteri yitmiştir. Zaten İ.Ö 332’de Yunanların, İ.Ö. 30’da Romalıların Mısır’ı işgal etmeleri üzerine antik Mısır uygarlığı tarihten silinmiştir.
ANTİK YUNAN
Bilinen bir gerçekliği yinelemek istiyorum: Çağımıza kadar uzanan batı kültürünün kökleri, ağırlıklı olarak Antik Yunan’dadır. Günümüz anlamında felsefenin, bilimin, sanatın ve onlara bağlı olarak müziğin ilk değerli örneklerini antik Yunan kültüründe buluyoruz. Türkçemizde felsefe dilinin kurucusu olan, hepimizin hocası Prof. Dr. Macit Gökberk (1908-1993), bu temel kültür ortamını özetle şöyle betimler:
“Varlıkların özü ve yapısı üzerine özgür bir düşünce olan Yunan Felsefesi, doğu dinlerinden alınma çeşitli tasarımlarla açıklanamaz. Bunu bilgi konusunda açıkça görebiliriz: İlk Yunan düşünürleri, birtakım bilgileri elbette doğudan almışlardır. Bu kapsamda geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama Yunanların doğudan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini ‘işleyiş ve değerlendiriş’lerinde, Yunan düşüncesinin başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık görebiliriz. Yunanlar, Mısırlıların parça parça bilgilerinden bir ‘sistem’ geliştirmiş, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden ‘teorik bir bilim’ yaratmışlardır. Thales, Pythagoras, Eukleides (Öklid), böyle bir geometriye yol açanların başında gelir.
Eski doğu kültürlerinin hepsinde bulduğumuz bir kurum, Tanrı ile kul arasında aracılık eden, dolayısıyla gizli, esrarlı birtakım güçlere sahip olduğuna inanılan kapalı rahipler kastı, Yunan kültüründe hiçbir zaman yer almamıştır. Burada din adamı yerine, araştırıcıyı, düşünürü buluyoruz.
“Yunan felsefesi bir doğa felsefesi olarak doğmuştur. Bir doğa felsefesi rengiyle de “deney”e bağlı olduğunu bilmektedir.” (4)
Çağdaş müzikbilimin kurucularından Curt Sachs ise söz konusu düşünce ortamının müzik sanatına nasıl düzey kazandırdığını şu yalın anlatımla belirtir:
“Yunanların kafasındaki bilinç, salt gelenekle, inançlarla, görgülerle yetinecek gibi değildi. İyi kurulmuş bir müziğin devlet yönetimi ve insan üzerindeki maddesel ve ruhsal etkilerini kapsayan bir kuram, onların deyimiyle müzik ‘ethos’unun (müziğin temel niteliğinin) kuramı gerekti.” (5)
Felsefenin ve bilimin yükselişinden payını alan sanatsal hareket, insanlığa yeni bir sanat alanı daha sunmuştur. Yaşamı her yönüyle canlandırarak sahneye getiren, kitleler genelinde ilgi toplayan, hatta gündelik yaşamın bir parçası haline gelen bu yeni sanat dalının adı, “tiyatro”ydu.
Antik çağ tiyatrosunda müzik, gösterinin önemli bir öğesiydi. Curt Sachs, Yunan tiyatrosunda yer alan müziğin özelliklerini şöyle belirtmiştir:
“Oyuncular, bugün ‘reçitatif’ ya da ‘ariosi’ diyebileceğimiz biçimlerde söylüyor; koro, sahnenin önünde yay şeklinde yer almış, kahramanların başlarından geçenlerle geçecekler üzerinde açıklamalar yaparken, bir döngüye karşı bir döngüyle antifonal karşılıklar veriyordu. Böylece bu deyiş, ileride ‘troubadour’ların, ‘Minnesinger’lerin, ‘Meistersaeinger’lerin kullandığı, ‘ozan biçimi’ dediğimiz A-B-A formunu (biçimini) ortaya çıkarmış oluyordu.
Müzik, ülkedeki birçok tapınağa ve Delfia ya da Olimpia’daki kırsal gezi yerlerine törensel gidişlerde de kullanılıyordu. Bu çevredeki kentler, kutsal yerlerde bulundurdukları koroları daha kalabalık, daha görkemli kılmak için birbirleriyle yarış ederlerdi.
Müzik, evlerin de süsüydü. Bir toplantıda bulunan kişiler, şarkı söyleyebilecek ve çalgıyla eşlik edebilecek düzeyde olmalıydı. Ev kadınları şarkı söyleyerek, lir çalarak vakit geçirirlerdi. Doğudan getirilmiş köle kızlar da doğu arpları çalarlardı.” (6)
Antik Yunan’da yaygınlaşan saz şairleri geleneği sayesinde şiir ile müzik iç içe özellik kazanmış, bu özelliğini tarih boyunca şarkı formundan opera sanatına kadar büyüklü küçüklü formlarda geliştirmiştir. Hemen belirtelim ki, saz şairleri geleneğinin atası olarak bilinen görme özürlü Homeros, şiir ve müziğin etkileyici bireşimini özenle sunuyor, gezip dolaştığı yerlerde anlattıklarıyla insanlara dersler veriyordu. Bu yönleriyle Homeros, “ilk”ler arasında tanıdığımız saz şairlerinin olgun bir örneğiydi.
Felsefeyi Yunanlardan öğrenen Romalılar ise bu alanda yaratıcı olamamışlardır. Ne yeni yollar aramışlar, ne de bulmuşlardır. Romalılar felsefede hep Yunanların öğrencileri olarak kalmışlardır.
(1) Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, Antropolojiye Giriş, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1972.
(2) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, dördüncü basım, 1980.
(3) Ahmet Say, Müzik Tarihi, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, 7. basım, Ankara, 2010.
(4) Macit Gökberk, a.g.y.
(5) Curt Sachs, Kısa Dünya Musikisi Tarihi, çeviren: İlhan Usmanbaş, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965.
(6) Curt Sachs, a.g.y.