Karaözü

Karaözü Beldesi, Kayseri’ye 80 kilometre uzakta bulunmasına karşın, Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin mahallesi olarak gösterilmiş. Hangi hesapla böyle yapılmış, bilemiyorum. Fikret Otyam da şaştı bu işe ve ikide bir söylendi.

Konumuz, her şeyden bağımsız olarak “Karaözü”nün geleneksel kültürü olduğuna göre, bu uygar kasabayı size şöyle anlatayım: İnsanların dış görünüşü, evleri ve temiz sokaklarıyla Karaözü, Almanya’nın büyükçe bir köyüne benziyordu. Hemen hepsi ağaçlıklı olan sokaklar geniş değildi ve binalar da çok katlı apartmanlardan değildi. Evler genellikle iki katlıydı ve bağımsız konutlar olarak kullanılıyordu. “Fikret Otyam Kültür Evi”, kasabanın göbeğindeki Tohum Pınarı’nın karşısındaydı. Bu pınarın ağustos sıcağında karpuz çatlatan tatlı suyunu kana kana içenlerdenim. İnsanların giyim kuşamını soracak olursanız, evet, Almanya’nın büyükçe bir köyündeki gibiydi. Bu nedenle kızlı erkekli gençlerin modern giyimi gözümü okşadı. Öğle yemeğini Tohum Pınarı’nın önündeki gölgelikte yedik. Yaklaşık 30-40 kişilik bu uzun masada, kimseden yüksek sesli konuşmalar, haykırışlar, kahkahalar gelmiyordu. Bardakların devrildiği de yoktu. Avrupa’daki gibi, herkes yemeğini efendice yiyordu.

Dış görünüşüyle Karaözü kültürünün bir yönünü böyle anlatayım istedim: Uygarlıkta gereksiz coşku, gürültü patırtı yoktur. Öte yandan, “şenlik” adı altında yapılan bağlama ve türkü şöleni ise yüzlerce Karaözlü’nün ilgisini çekmişti. Şöyle betimleyeyim: Şölen, Karaözü Ortaokulu’nun bahçesindeki basketbol alanı ve çevresinde gerçekleştiriliyordu. Bu spor alanının bir yanında yaklaşık yüz elli kişilik bir tribün vardı. Ayrıca, çocuklarını izlemek isteyen yöre halkı için, basketbol alanına da sıra sıra sandalyeler konmuştu. Otyamlar ve ben, bu sandalyelerin en önündeki sıraya oturtulduk. Benim yanımda, olgun ve birleştirici kişiliğiyle dikkatimi çeken Karaözü Belediye Başkanı Şener Tatar vardı.

Şölen başlayıp da Karaözlü çocuklar üçer beşer sahneye çıkıp hepimizi hayran bırakan bir ses ve çalgı rüzgarı estirince akla gelen soru şu oldu: Nasıl oluyor da üç beş haftada bağlama çalınması öğreniliyor ve nasıl oluyor da bu kadar kısa sürede parlak bir türkü dağarı tertemiz seslendiriliyor? Müzikten az çok anlayan biri olarak bu sorunun yanıtını hemen vereyim: Müziğini dinlediğimiz çocukların kanında hem türkü geleneği hem de sevgi vardı. Gelenek, sevgiyi doldurmakla kalmayıp taşıyor, sevgi de bu taşkınlıkla müziğe dönüşüyordu. Karaözü’nün güzelim çocuklarını büyük bir hevesle yetiştiren sevgili öğretmenleri Hüseyin Cem Dalak’ın yüzüne bakacak olsanız, ortaya anlamlı bir resim çıkıyordu: “Mutluluğun resmi” herhalde buydu!

* * *

Gelelim geleneğe… Şölen öncesi Karaözü’nün bağlık bahçelik taraflarını, yani Kızılırmak’ın oralarını arabayla şöyle bir gezerken Fikret Otyam, karşıdan gelen yaşlıca bir adamın yanında arabayı durdurdu. Tanıdığı bu adamdan şiir okumasını istedi. Sanki o da bizi bekliyormuş gibi saniye kaybetmeden şiirlerini döktürmeye başladı. İsmail Yapıcı adlı bu halk şairinin elinde ne yazık ki o sırada sazı yoktu.

Valla bu Karaözü, sadece taşı toprağıyla değil, yaşatılan tarafıyla müthiş bir insancıl gelenek…