İdamlıklar müzesi

Geçen hafta bir belgesel çekimi için televizyon programcısı arkadaşlar, beni müzeye dönüştürülmüş olan Ankara’daki Ulucanlar Hapishanesi’ne götürdü. 12 Mart 1971 darbesi döneminde buranın “2. kısım 2. koğuş”unda az buçuk yatmıştım. Şimdi aynı koğuşun aynı ranzasının ayakucuna benim bir fotoğrafım konmuş, altına da kocaman harflerle yazılı özgeçmişim yapıştırılmıştı. Bunları görünce içten içe kabarıp büyüyen bir mahcubiyet duygusuna kapıldım. Ulucanlar Hapishanesi 1925’te inşa edildikten 2005’te kapatılana kadar, burada yalnızca ben değil, binlerce mahpus çile çekmiş, yüzlerce aydın, yazar, şair, gazeteci hapis yatmıştı.

Bu duyguyla hapishaneyi gezerken avlulardan birinin kuytuda kalmış bir girintisine kurulan darağacıyla karşılaştım. Burada durup düşünmeye başladım: Yıllar içinde bu darağacında kimler idam edilmişti? Böylesi ürkütücü bir listeyi okurlarıma iletirken idamlıkların adının yanına infaz yılını da ekliyorum: İskilipli Atıf Hoca (1926), Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca (1926), Maliye Nâzırı Cavid Bey (1926), Dr. Nâzım Bey (1926), Nail Bey (1926), Milletvekili Hilmi Bey (1926), Ankara Valisi Abdülkadir Bey (1926), Süvari Binbaşı Fethi Gürcan (1964), Albay Talât Aydemir (1964), Deniz Gezmiş (1972), Yusuf Aslan (1972), Hüseyin İnan (1972), Mustafa Pehlivanoğlu (1980), Necdet Adalı (1980), Erdal Eren (1980), Fikri Arıkan (1982), Ali Bülent Orkan (1982).

Bu listedeki Erdal Eren’in idamını düşünmek bile istemiyorum: 18 yaşından küçük olduğu için, ülke çapında bir tartışma yaratmıştı Erdal Eren’in idamı. Burada başka bir genci, idamlık olmanın dışında adı pek geçmeyen başka bir gencimizi hatırlatmak istiyorum size:

Necdet Adalı, 1977 yılında bir gece, kaldığı bir arkadaş evinden polis baskınıyla gözaltına alınmış, ağır işkenceler sonunda Necdet’e, otomatik tabancayla taranan bir kahvede iki kişinin öldürülmesi olayına karıştığına dair itiraflar imzalatılmıştı. Bu gencimiz, üç yıl boyunca Ulucanlar Cezaevi’nde mahkeme sürecini yaşarken 12 Eylül 1980 darbesi gelip çatmıştı. Duruşmalarda Necdet, olayla ilgisi olmadığını, ifadesinin ağır işkenceler altında alındığını ısrarla haykırmasına karşın, idama mahkûm edildi. İfadesinin dışında hiçbir delil ya da tanık yoktu. Hatta mahkeme Başkanı Albay Hamdi Sevinç, 22 yaşındaki bu gencin suçsuz olduğuna inandığını söyleyerek idam kararına muhalefet şerhi koymuştu, ancak sonuç değişmedi. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kısa sürede verdiği idam cezası, aynı hızla Askerî Yargıtay’da onandı ve darbecilerin oluşturduğu “Konsey”in önüne geldi. Aslında, idam cezasının onayı, TBMM’nin yetkisindeydi, ama 12 Eylül Darbesi TBMM’yi lağvetmişti. Şimdi, Meclis’in yerine, kararı beş kişilik “Konsey” verecekti. Bu konsey, “Asmayalım da besleyelim mi?” kafasıyla idam cezasını aynı gün onamıştı.

Necdet Adalı’nın babası İsmail Adalı, “Bir umuttur” diye, son bir çabayla Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e bir dilekçe göndermişti. Herhalde okunmadan çöp sepetine atılan dilekçede şunları yazmıştı çaresiz baba:

“Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığına,

Oğlum hakkında verilen idam hükmünü onayladığınızı öğrenmiş bulunuyorum. Oğlumun suçlu ya da suçsuz olduğu konusunda bir şey söylemiyorum. Ancak, bir baba ve insan olarak ölüm cezalarının insanî olmadığına inanıyorum. Siz de bir baba olarak evlat acısının ne olduğunu tahmin edersiniz. Acımı içime gömüyor, son olarak oğlumun idamının engelleneceğine ilişkin inancımı koruyorum. (7 Ekim 1980).

Necdet Adalı, aynı gece Mamak Askerî Cezaevi’nden Ulucanlar Hapishanesi’ne getirildi ve 12 Eylül Darbesi’nin ilk idamı, benim önünde durup düşünmeye başladığım o darağacında gerçekleştirildi.

Ulucanlar Hapishanesi, müzeye dönüştürülmüştü, ama benim gözümde bir “İdamlıklar Müzesi”dir orası…