Aydınlanma üzerine

Ahmet Say'ın “Aydınlanma üzerine” başlıklı yazısı 1 Şubat 2013 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Sıkça kullandığımız “Aydınlanma” kavramı üzerine bir “giriş yazısı” sunmak istiyorum okurlarıma. Adı üzerinde: “Aydınlanma”, insanoğlunun karanlıktan kurtulma yolunda dogmaları aşarak toplumda aklın ve bilimin egemen olması demektir. Bu tanımın bilim ve sanatta yaşama geçmeye başladığı tarih dilimi, 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa kültüründe yükselen “Rönesans çağı”dır.

“Yeniden doğuş” anlamındaki Rönesans, Avrupa düşüncesinde ortaçağ ile yeniçağ arasında kurulan bir köprüdür. Şöyle de diyebiliriz: Rönesans aydınlanması, ortaçağ düşüncesinin çözülerek yeniçağı oluşturacak ilkelerin ve düşüncelerin belirmeye başladığı dönemdir. Ancak, yeniçağı yaratan, Avrupa kültür çevresinin sınırlı bir parçası olan Batı Roma’nın mirasçısı Latin-Cermen bölümüdür. Buna karşılık, Doğu Roma (Bizans) kültürü içinde yer alan halkların, örneğin Slav halklarının Rönesans’ın oluşmasında ve gelişmesinde katkısı olmamıştır. Latin-Cermen dünyasının ortaya koyduğu yeni görüş ve değerler, bu ileri çevreyi yeryüzünün egemeni yapma yolunda olduğunu giderek ortaya koyunca, Avrupa’nın öteki ülkelerinde de bu görüş ve değerleri benimseme eğilimi ağır basmıştır.

Doğrusu, yazıma başlarken niyetim, Rönesans’ın niteliklerini müzik sanatındaki gelişmeler üzerinden anlatmaktı. “Yeniden doğuş”un müziğe getirdiği şu önemli kazanımlar üzerinde durmayı düşünüyordum: Gerçek anlamda çokseslilik yaşamı bütün sanatların bileşimi olarak sahneye getiren opera sanatı ses müziğindeki gelişmeler yeni çalgıların icadı halk müziği ve eğlence müziğinin yaygınlaşması çalgı müziğinin ve müzik teorisinin gelişimi güfte-melodi ilişkisinde yeni buluşlar… İşte bunları ve benzeri yenilikleri anlatacaktım, ama vazgeçtim. Onun yerine, plastik sanatlarda tarihin en büyük ustaları arasında olan ve sanat tarihinde derin izler bırakan Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) bugün de hayranlık konusu olan akıl gücünü hangi konulara yönelttiğini özetleyeceğim.

Leonardo, Floransa’daki sanatçı atölyelerinin en ünlülerinden birinin ustası olan ressam ve heykelci Andrea del Verrocchio’nun (1435-1488) yanında çıraklık yaparak mesleğe başlamıştı. Başeserler üretilen böyle bir atölyede, resim ve heykelde hızla gelişerek perspektif optiğine ve boyaların kullanımına derinlemesine egemen olmakla yetinebilirdi. Ama o, herhangi bir zeki ve yetenekli çocuktan farklıydı.

Bu farkı anlamak için bugün de biz, Leonardo’nun aklındaki tasarım genişliğini ve doğurganlığı bilmek olanağına sahibiz: Büyük ustanın öğrencileri, onun yazılar ve çizimlerle dolu binlerce sayfadan oluşan günlüklerini ve taslaklarını korumuştur. Çıkan sonuç şudur: Gerçeğin peşine düşen Leonardo, yalnızca gözlerine inanıyor, yaptığı deneylerle her kördüğümü çözmeye çalışıyordu. Doğada onun merakını uyandırmayan hiçbir şey yoktu ya da doğadaki her şey onun dehasını kamçılıyordu: Otuzdan fazla kadavra keserek insan bedeninin gizlerine girmeye çalışmıştı. Anne karnındaki “döl”ün büyümesine ilişkin gizin serüvenine ilk atılanlardandı. Dalgaların ve akımların yasalarını irdelemişti. Böceklerin ve kuşların uçuşunu gözlemleyerek sonuçlar çıkarmak için yıllarını harcamıştı.

Leonardo için sanatın temeli, gerçekleri öğrenmek amacıyla kesintisiz bir araştırmaya koyulmaktı. Bu araştırmaların kimi konularını, örneğin kayaların ve bulutların biçimleri, havanın uzaktaki nesnelerin rengi üzerindeki etkisi, ağaçların ve öteki bitkilerin büyüme yasaları ve seslerin uyumu oluşturuyordu. Çağdaşları onu, “garip, uçuk, gizemli bir adam” olarak görüyordu. Sanatçı yönüyle hayranlık uyandırıyor, usta müzikçi yönüyle de tanınıyordu.

Bütün bunlara karşın, onun düşüncelerinin önemini ve bilgisinin genişliğini çok az insan sezebilmişti. Çünkü, düşüncelerinin Hıristiyanlık karşıtı olarak görüleceği kaygısıyla onları açıklamaktan çekiniyordu. Güncelerinde rastlanan “Güneş dönmüyor” sözleri yüzünden üç kuşak sonrasının bilim adamı Bruno’nun yakılmasına neden olan ve dört kuşak sonra Galilei’nin başına belâ getirecek olan Kopernik kurallarını incelemişti.
Yarım kalmış bir yazı gibi oldu bu okuduklarınız. Doğru! “Aydınlanma” düşüncesi, ne bu yazıyla ne de Rönesans çağıyla sınırlı kalamaz. Yüzyıllar içinde felsefî boyutlarını derinleştirmiştir aydınlanma. Onlara da sıra gelecek sevgili okurlarım, onları da özetlemeye çalışacağım…

NOT: Bu küçük yazıyı hazırlarken hocamız Macit Gökberk’in “Felsefe Tarihi” ve sevgili dostum Bedrettin Cömert’in E. H. Gombrich’ten çevirdiği “Sanatın Öyküsü” adlı kitaplarından yararlandım. Bu fırsatla söz konusu iki değerli aydınımızın anısı önünde saygımı yinelemek isterim.