Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalıyız...

Vasatlaşma çağı

Geçen haftaki yazımızda kapitalist sınıfın kuralsızlık eğiliminin toplumu bir bütün olarak nasıl kuralsızlaştırıp çürüttüğünü tartışmıştık. Bu hafta tartışmamızı, bu durumun kentli ve eğitimli bireydeki sonuçlarına doğru genişleteceğiz.

Günümüz kapitalist toplumunda orta sınıfı “Toplumun, hayatını insan onuruna yakışır biçimde yaşayabilecek maddi koşullara sahip ayrıcalıklı kesimi” olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu ayrıcalık birden fazla biçimde (kendi küçük mülküne sahip olarak, yüksek gelirli bir işte çalışarak vb.) elde edilebilir, dolayısıyla kelimenin gerçek manasıyla bir “sınıf”tan ziyade bir gri bölgeden, arada kalmışlık halinden bahsediyoruz.

Öte yandan orta sınıfa mensup bireyleri birleştiren bir ortak özellik vardır: Sahip oldukları ayrıcalık eğretidir; kapitalist toplumun belirsizliğe, krizlere ve kuralsızlığa eğilimli işleyişi içinde kolaylıkla kaybedilebilir ve birey yavaş yavaş ya da aniden yoksul işçi yığınlarının bir parçası haline gelebilir.   

İnsanın maddi yaşantısı, duygu ve düşüncelerinin temelidir; dolayısıyla orta sınıfın ayrıcalıkları ve bunların eğretiliği, bu sınıfa mensup bireyin haletiruhiyesinin de temel belirleyenidir. Avucun içinde ama akıp giden; yumruğunu ne kadar sıksa o kadar hızlı akan kum tanelerini andıran ayrıcalığın bireyin psikolojisindeki başlıca sonucu strestir. Kentli ve eğitimli birey söz konusu olduğunda bu stres, bitmeyen ve beyhude, aynı zamanda çelişkili bir savunma güdüsü ve konfor arayışı yaratır: Birey bir yanda hayatın onun özerk ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurallı olmasını, diğer yandan bu kuralların onun konforunu ve hazlarını sınırlamamasını ister.

Ama maalesef toplumun tanrıları olan egemen sınıf maddi zenginliğin o kadar büyük bölümünü tekellerine almış ve hep daha fazlasını almaktadır ki, geriye kalan milyonlarca insanın tamamını insanca yaşatacak konfor olanağı mevcut değildir. Bu yüzden kentli ve eğitimli birey kendisini sürekli toplumdan kaçma, konfor alanını toplumun dışında, izolasyonda, yalnızlıkta aramak zorunda bulur.

***

Milyonlarca örnekten birini seçelim ve incelemeye devam edelim. 

Tüm Twitter faaliyeti yukarıda anlattığımız haletiruhiyenin dışavurumu niteliğinde olan bir kişi, şöyle özet niteliğinde bir tweet atmış: “Hayatta öncelik daima kendimiz olmalıyız arkadaşlar. Önce kendi iyiliğimiz, önce kendi mental sağlığımız. Bir insan veya fikir size iyi gelmiyor mu, haydi güle güle.”1

Bu düşüncenin bencilliği, kendi ayrıcalıklarını kanıksayan hali meselenin kolay görünen kısmı. İnsanlar, tam da yaşamsal önceliklerinden dolayı, ücretine zam yapmayan ve işten atmakla tehdit eden patronlarına, halden anlamayan ve kiraya yapabildiği kadar zam yapan ev sahibine “haydi güle güle” diyemez. Kolay görünmeyen ve asıl tartışmak istediğim kısım ise şu: Bu her türlü sıkıntıdan kaçma ve dengeyi yalıtık bireyselliğinde arama halinin zorunlu sonucu vasatlaşmadır. İnsan nitelikli düşünceleri, incelikli estetiği ve olgun kişiliği ancak kimi zorluklar çekerek, ayrıca başka insanlara ve fikirlere katlanarak geliştirir ve içselleştirir. Sıradan insanı kalınlığıyla korkutan romanları ya da teorik metinleri, uykusunu getiren senfonileri ya da sanatsal filmleri kendi sıkılganlığınızla ve sürekli dağılmaya çalışan dikkatinizle mücadele etmeden, yani kendi üzerinizde bir disiplin kurmadan okuyamaz, izleyemez, dinleyemezsiniz. Bunları (ve bunlara yönelik eleştirilerinizi) sadece sizi onaylayan değil size itiraz eden, fikir ve değerlendirmelerinizi sorgulayan insanlarla tartışmadan içselleştiremez, “size ait” hale getiremezsiniz. Asabınıza hâkim olma becerisi kazanmadan, yani olgunlaşmadan bu tartışmaları soğukkanlılıkla mantıki sonucuna kadar götüremezsiniz.

Özetle, insanlardan kaçıp ıssızlaştıkça, gelişemezsiniz. İnsanı konfor değil aşılan zorluklar geliştirir. Orta sınıf, baş tacı yaptığı Nietzsche’den en azından bunu öğrenebilirdi, ama belli ki işine gelmiyor.

***

İçinde yaşadığımız dönemin düşünsel açıdan da estetik açıdan da ne denli vasat olduğunun farkında mıyız? Kapitalist toplumda (aslında sınıflı toplumların tümünde) düşünce ve estetik üretiminin esasen bir orta sınıf faaliyeti olduğu düşünüldüğünde; vasatlaşmanın sebebinin bu bireysel konfor saplantısı ve tüm zorluklardan tavşan gibi fıtı fıtı kaçma hali olduğuna eminim. Düşünce ve estetik üretenler insanlığı ilerletme ya da tarihe iz bırakma değil kendi bireysel konforlarını sürdürme (yani değişimden ziyade her şeyin olduğu gibi devam etmesi) motivasyonuyla hareket ettikçe; birincil meseleleri üretimlerinin içeriği ve dönüştürücülüğü değil düzen açısından beğenilirliği ve pazarlanabilirliği oluyor. Bu yüzden içinde yaşadığımız çürüme çağının vasatlığı kendisini en belirgin biçimde akademide ve sanatta gösteriyor.

Herhalde bunun ülkemizdeki en çarpıcı örneği edebiyat alanında yaşandı. Terazinin bir kefesine cumhuriyetin kuruluşundan 12 Eylül darbesine kadar geçen yıllarda Türk edebiyatının verdiği anıtsal eserleri; Yakup Kadri’yi, Yaşar Kemal’i, Kemal Tahir’i, Aziz Nesin’i koyun. Diğer kefesine de Nobelli Orhan Pamuk’u, Taraf paçavrasının başyazarı Ahmet Altan’ı, cemaat gelini Elif Shafak’ı, soyadında “t” olmayan katil Emrah Serbes’i yerleştirin. Vasatlığa ve kalitesizliğe teslim olmadıysanız, fark çok açık olacaktır. 

Daha önemlisi ise şu: Bu vasatlaşmanın yaşanabilmesi için 12 Eylül’ün yaptığı alan temizliği, aydın kırımı bir ihtiyaçtı. Cücelerin köy meydanında caka satabilmesi için önce devlerin hapse atılması, sürülmesi, öldürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden, günümüz liberal entelijansiyasının 12 Eylül eleştirisi babaya diklenen ve odasına gidip kapıyı çarpan ergen atarı; batı kurumlarına doğru dillendirdiği AKP eleştirisi de büyük ağabeyinden yediği dayağı bire bin katıp ağlaya ağlaya babasına anlatan, kollanıp şımartılmış küçük kardeş mızmızlanmasıdır.

Bu insanların hemen hepsi, gece yatağa yatıp kendisiyle baş başa kaldığında, ne denli niteliksiz olduğuyla yüzleşir. Kırk küsur yıl önce bu ülkenin, taşıdığı buğdayların ağırlığıyla başı eğik duran başaklarla dolu bir tarla olduğunu, 12 Eylül’ün hasata fırsat vermemek için tarlayı sürüp geçtiğini, kendilerinin de bir daha pek sulanmayan bu tarlada biten faydasız otlar olduğunu bilir. Aydın olmadığını ama aydın kanıyla sulanmış topraktan beslendiğini, koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi denen keçinin teki olduğunu bilir.

Tüm bunları bilir, ama kişiliksiz olduğu için ertesi gün uyandığında kaldığı yerden düzeni aklama işine devam eder. 

Ama ayrıcalıkları eğreti olduğu için hep tedirgindir. Bu yüzden vasatlığını dokunulmaz kılmak ister. Bu yüzden eleştirinin her türünü “aydın despotizmi” diye damgalamaya çalışır. Bu yüzden nitelikli niteliksiz her düşüncenin birbiriyle aynı değerde olduğu saçmalığını savunur. Bu yüzden emperyalist merkezlerle kurduğu fon ilişkileri sorgulandığında önündeki mama tası dürtülmüş kedi gibi tıslar. Çünkü ürettiği vasat düşünceler ve vasat estetik düzen tarafından korunup kollanmazsa, kitapları sermayenin zincir kitapevlerinin çok satan raflarına konmaz ve metrolardaki billboardlarda reklamı yapılmazsa, batı akademisinin postmodern düşüncelerini papağan gibi tekrarladığı makaleler kerameti kendinden menkul “prestijli” dergilerde basılmazsa, uyduruk fikirleri “uzman görüşü” diye sermaye televizyonlarında parlatılmazsa alkış alamayacağını ve daha önemlisi, allah korusun, her emekçi gibi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalacağını bilir. Bu yüzden kalemi eline her aldığında ya da konuşmak için ciğerlerine her nefes çektiğinde emperyalist hiyerarşide olabildiğince yüksekteki bir egemene yaranmaya, kapısına kul olmaya çalışır.   

“Okumuş karanlık” işte bu vasat alçaklıktan fışkırır.

***

Yani orta sınıf haletiruhiyesi ile düşünsel-estetik vasatlaşma arasında diyalektik bir kısır döngü var. Orta sınıf saflarından çıkan ve sömürü düzenini ideolojik olarak desteklemeyi meslek edinmiş entelektüeller, bu düzende hasbelkader ayrıcalıklı bir yaşam sahibi olmuş ve en büyük kaygısı da elindeki bu (düzenin egemenlerinin sahip olduklarıyla karşılaştırıldığında hayli dandik) ayrıcalıkları kaybetmek olan insancıkların kaçış güdülerini ve konfor arayışlarını pışpışlıyor. Düzen de kendisine büyük ideolojik fayda sağlayan bu kısır döngüyü koruyor ve besliyor. Bu yüzden her şeyin kalitesizleştiği bir vasatlaşma çağında yaşıyoruz.

İnsanlığın geleceğine dair biraz olsun dert taşıyan herkes ise bu bataklıkta boğulmamaya, insanlığını yitirmemeye, vasatlığa teslim olmamaya çalışıyor. Ama bu çaba da elde kalan kırıntıları korumaya yönelik ve sonunda kaybetmeye mahkûm. 

Bu yüzden ben çözümün savunma değil saldırıda olduğunu düşünüyorum. 

Bizi kuşatan karanlık, beka stratejisini orta sınıf bireyin ayrıcalıklarını ve konforlarını savunma kaygısı üzerine kuruyor. Çelişkili bir dünyada çelişkisiz hayatlar yaşamaya çalışan, her türlü gerilimden patolojik biçimde kaçanlar huzuru düşünsel ölümde arıyor ve sonunda buluyorlar. Ne var ki üretip yaydıkları ölü düşünceler etkisini sürdürüyor. O zaman biz de buraya saldırmalıyız. Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalı, oturdukları camdan evleri taş yağmuruna tutmalıyız. 

Lovecraft haklı; “ölü düşüncelerin tuhaf bedenlerde yaşadığı toprak lanetlidir.” Üzerimize çökmüş laneti kaldırmak için bu hortlakların kalbine kazık çakmalı, cenazelerini gömmeli ve ideoloji dünyasında yeni, devrimci düşünceler için mevziler zapt etmeliyiz.