Ortada iktidar tarafından yaratılmış insanî bir trajedi vardır.

Türkiye ekonomisi: Kriz yok; toplumsal bunalım var…

Başlıktaki ifade, Türkiye ekonomisinin son beş yıldaki seyrini özetliyor; yakın geleceğine ilişki gerçekçi öngörüleri de içeriyor. 

“Kriz” ve “toplumsal bunalım” terimlerini açıklayalım; Türkiye bağlamında inceleyelim.   

Farklı “kriz” kavramları… 

Özellikle Türkiye yapısındaki (“yükselen”) ekonomiler için son kırk yılda yerleşen terminolojiyi kullanalım: Millî gelirde düşme, finansal sistemde çöküntüler ve yaygın dış borç temerrütleri bir arada, önemli boyutlarda gerçekleşirse kriz olarak adlandırılır. 

Biraz açmak gerekiyor. 

Millî gelirin (GSYH’nın), birbirini izleyen iki üç aylık dönemde düşmesi gerileme (“recession”)  diye adlandırılıyor. 

Gerilemenin sonraki aylarda sürmesine, ağırlaşmasına, genellikle ekonomik kriz diyoruz. 

Bankacılık sisteminde tıkanmalar, çöküntüler finansal kriz olarak adlandırılır. 

Yabancı sermaye hareketlerinde çıkışlarla bütünleşen, ağırlaşan dış finansman güçlükleri, ödemeler dengesi ve dış borç krizleri anlamına gelir. 

2017 sonrasında yaşanan, yaşanmayan krizler?

Bu anlamda 2017 sonu ile Ocak-Mart 2021 dönemleri arasında Türkiye ekonomisinin seyrine, önce gerileme ve ekonomik kriz ölçütleri açısından göz atalım.

Bu dönemde, GSYH’nın “gerileme” yaşadığı tek bir dönem var: Ekim-Aralık  2018 ile Ocak-Mart 2019 arasındaki dokuz aylık süre… Bu dokuz ayda millî gelir %2,3 oranında küçülmüştür

Türkiye ekonomisinin ekonomik kriz olarak bilinen yakın geçmişi ile karşılaştıralım: 2001-2002 ve 2008-2009 krizleri, iki takvim yılına yayılan on ikişer ayda gerçekleşti. Bu dönemlerde Türkiye millî geliri (aynı sırayla) %6,5 ve %7,2 oranlarda küçüldü. 

Bu açıdan ekonominin 2018-2019’da yaşadığı durumu, hem süre, hem de nicel boyutu bakımından bir ekonomik kriz olarak değil, sıradan bir gerileme olarak nitelendirebiliriz.

Öte yandan, 2017 sonrasında Türkiye’nin sürekli bir kriz ortamında yaşadığı da malumdur. Hangi tür kriz? Bu köşede de defalarca incelendi: Saray iktidarının seçim konjonktüründe izlediği ekonomik söylem ve sonrasına da taşınan politikalar, yabancı sermayeyi tedirgin etti; fon çıkışları üç döviz krizine yol açtı. 

Döviz krizleri, ödemeler dengesi krizlerinin ilk aşaması veya işareti olarak yorumlanabilir. Türkiye’de o eşik aşılmadı. Ekonomi yönetimi (Kasım 2020’de olduğu gibi) finans kapitalin talepleri doğrultusunda değiştirildi. Veya yeni ekonomi yönetimi (Ağustos 2018’de ve Mart 2021 sonrasındaki gibi) fiilen “hizaya geldi”. Son dört yılın   döviz krizleri de, ödemeler dengesi veya dış borç krizlerine dönüşmedi.

Dışsal etkiler de katkı yaptı. Uluslararası sermaye hareketlerinin olumlu ortamı belirleyicidir. Uluslararası finans kapitalin Batı ittifakının önemli bir bileşeni olan Türkiye’yi ayrıca “gözetmesi” de etkili oldu. 

Saray iktidarı, bir anlamda bu olumlu dış etkenler üzerinden kumar oynadı; ekonominin “batırılmayacağı” varsayımından hareket etti.  TCMB ve devlet bankalarının izlediği ölçüsüz kredi genişlemesi sayesinde GSYH’daki gerileme ekonomik krize dönüşmedi.  Dahası, salgın koşullarında anlamlı bir büyüme ivmesi sürdürülebildi.  

IMF tutkunlarının “kriz kehanetleri” tutmadı, ama dış kırılganlıklar daha da ağırlaştı. Son beş yılda izlenen politikaların çok daha vahim bir maliyeti göz ardı edilemez: Türkiye, ağır ve kalıcı bir toplumsal bunalıma sürüklenmiş durumdadır. 

Türkiye’nin toplumsal bunalımı…

Mayıs 2021’de Türkiye’de toplumsal bunalımın ulaştığı nicel boyutları, DİSK-AR’ın Temmuz 2021 tarihli İstihdam ve İşsizlik Raporu’ndan aktaralım:

  • Dar tanımlı işsiz sayısı 4,4 milyon; oran %13,2
  • Geniş tanımlı işsiz sayısı 9,7 milyon; oran %27,2
  • 15-34 yaş grubu genç işsizlik oranı %34,7
  • 15-24 yaş grubu genç işsizlik oranı %42,4… 

Son üç gruptaki sayılar konjonktürel değildir; gelecek kuşaklara taşınacak kalıcı bozuklukları yansıtmaktadır. 

Bu durum 2020 korona salgını nedeniyle oluşmadı. Tam aksine Saray iktidarının salgına karşı uyguladığı yöntemler belirleyici katkı yaptı. 

Batı ülkeleri tümüyle, “yükselen ekonomiler”in çoğu, salgından etkilenen emekçi, yoksul nüfusu, bütçelerden büyük boyutlu nakit aktarımları ile destekledi. IMF’nin Haziran 2021 tarihli Türkiye Raporu ortaya koyuyor ki, Türkiye’de kamu dengeleri bu yöntemin kullanılmasına imkân vermekteydi; ama Saray iktidarı tarafından hemen hemen kullanılmadı: Bu tür bütçe aktarımlarının millî gelire oranı %1,9’la sınırlı kaldı. Benzer ülkelerin son sıralarında…  

Buna karşılık, aynı Rapor belirlemiştir ki, 2020’de likidite ve kredi akımlarının nicel boyutu bakımından Türkiye benzer ülkelerden dikkat çekici biçimde farklılaşmıştır. Bütçe kaynakları halktan esirgenmiş; finansal sistemin astronomik   kaynakları TCMB ve kamu bankalarının sürüklediği bir süreç sonunda şirketlere, bankalara aktarılmıştır. 

Bu uygulamaların bir sonucunu, Dünya Bankası’nın  Nisan 2021 tarihli Türkiye Raporu yayımlıyor. Rapor, alan araştırmalarından aktarıyor: Türkiye’de yoksulluk oranı 2019-2020 arasında iki puan (%10,2 → %12,2) artmıştır. 2012’den bu yana en yüksek oran… Yoksullaşma işçi sınıfında yoğunlaşmış; kadın, genç, 15-24 arası yaş grubunda yer alan, kayıt-dışı ve niteliksiz emekçiler özellikle etkilenmiştir1

Bunalımın bölüşüm bağlantısı…

Dikkat ediniz. Bu bulgular ekonominin benzer ülkelere göre çarpıcı boyutta büyüdüğü bir döneme aittir: Türkiye millî geliri 2020’de yüzde 1,8 oranında büyümüş; dünya ekonomisinin en üst sıralarında yer almıştır. 2021 Ocak-Mart döneminde de büyüme temposu yüksek (%7) seyretmiştir.

Büyüme koşullarında anketlerin belirlediği boyutta yoksullaşma nasıl mümkün oldu? Tek bir açıklama var: Gelir dağılımının son iki yılda çarpıcı boyutta emekçi sınıfların aleyhine dönüşmesi… Bu olgunun sadece bir bölümünü GSYH verilerinden izleyebiliyoruz: 2019-2020 arasında toplam ücretlerin millî gelirdeki payı 1,9 puan (%31,3 → %29,4) gerilemiştir. Üstelik bu gerileme Ocak-Mart 2020/2021 arasında hızlanarak devam etmiş; bu iki tarih arasında 3,6 puana çıkmıştır. 

Ücret payında bu kadar kısa dönemde, bu boyutta aşınmanın tarihsel benzerine rastlamak güçtür. Ücret gelirleri içindeki eşitsizliğin de yoksul, korunmasız katmanlar aleyhine seyrettiği açıktır. Gelir dağılımında emekçilerin aleyhine “sıçrama” boyutuna ulaşan bir aktarımın hangi çevrelere, hangi boyutlarda intikal ettiğini bugün sadece kurgulayabiliyoruz. Ayrıntılı nicel dökümü ileride elbette yapılacaktır. 

Günlük gözlemlerde algıladığımız yoksulluk, korumasızlık, gençlerin, özellikle diplomalıların umutsuzluğa ulaşan işsizliği, bu bunalımın yansımalarıdır. Ortada iktidar tarafından yaratılmış insanî bir trajedi vardır. Türkiye’nin toplumsal bunalımı budur. 

IMF, Türkiye için 2026’ya kadar ortalama yüzde 3,2’lik büyüme temposu öngörüyor. Uluslararası ekonomik ortamda çalkantılar içermeyen; Türkiye ekonomisinin bugünkü yapısını koruyan, istikrarlı bir gelecek…  

Bu tür bir gelecek senaryosunun, bugünkü toplumsal bunalımı gidermesi bir yana, hafifletmesi bile söz konusu değildir.  

Kalıcı çözümü sorguluyorsanız, “tek yol devrim…” 

(Not: Yazılarıma bir ay boyunca ara vermek için okurlarımdan, Sol Haber editörlerinden izin rica ediyorum.)

  • 1. Bu bulguları 7 Mayıs ve 18 Haziran’da Sol Haber’de yayımlanan iki yazıda tartışmış; değerlendirmiştim.