Bu haftanın gündemini izlerken aklıma bir isim düştü: Mahmut Nedim Paşa. Kimi Osmanlı sadrazamlarını biz lakaplarıyla tanıyoruz. Mahmut Nedim Paşa’nın da tarihte edindiği bir lakap var: Nedimov...

Tarihin gölgesi

Tarih okumayı severim. Tarih okuma sevdamın başlangıcı -Fatih Yaşlı duymasın- 10 yaşında elime geçen N. Atsız’ın “Bozkurtlar” kitabıdır. Anne ve babamın enikonu sağcı bir arkadaşının hediyesidir bana. İlkokulda boş gözlerle baktığım  “Türklerin Orta-Asya’dan dünyaya yayılması” haritasına çocuk aklımda bir anlam kazandırdığını ve beni daha fazla tarih okumaya ittiğini itiraf etmem gerekir. Çoğunlukla Çin kaynaklarına dayanarak yazan Batılı Orta-Asya/göçebe imparatorlukları tarihi uzmanlarıyla başlayan maceram Lev Gumilyov’u keşfetmem ve neredeyse yarım Meydan Larousse boyundaki külliyatını hatmetmemle sonuçlanmıştır. Bilmeyenler ve araştırmaya üşenenler için yazayım: Gumilyov Kırımlı Sovyet şair Anna Ahmadova’nın oğludur. İbn-i Haldun’un “asabiyye” fikrini “passionerlik” kavramıyla yapıtlarına taşımış, “etnojenez” diye adlandırılan halkların oluşumu konusunda kalem oynatmış, iklim değişikliklerinin etnojenez üzerindeki rolü üzerinde durmuştur. En azından benim Gumilyov’dan anladığım budur. Benim için Gumilyov’un en büyük faydası ise bozkır tarihini yarım akıllı Milliyetçi/Turancıların birçoğundan çok daha iyi kavramama vesile olmasıdır. Yazının konusu Gumilyov değil ama.

Tarih bir bilim midir? Tartışılıyor. Buna karşılık nesnel olmadığı ve olamayacağı konusunda büyük ölçüde görüş birliği var.  Sonuçta pozitif bilim değil. Yine de tarihin bilimselliğinden söz edebilmek için somut ve gerçekliği tartışılmaz olgulara dayanması gerektiği kesin. Örneğin Fatih’in İstanbul’u almaya iten sebebin bir rüya mı, bir hadis mi, yoksa İmparatorluğun genişleme stratejisinin zorunlu bir durağı mı olduğunu tartışabilmek mümkün. Bununla birlikte Fatih’in 1453’ün Mayıs ayında İstanbul’u değil İzmit’i fethettiğini ileri sürerseniz kargalara eğlence olmanız kaçınılmaz. Lozan Anlaşması’nın 100 yıllık süresi olduğu, gizli maddeleri bulunduğu gibi iddialar da tarih biliminin alanına girmez, hurafe ve deli saçması kategorisinde değerlendirilir. Tıpkı Osmanlı Devleti’nin son sultanı Vahdettin’den bir Millî Mücadele kahramanı çıkartmaya yönelik siyasal İslamcı ıkınmaları gibi: ”Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele’yi Sayın Padişahımızın talimatlarıyla (buraya paket kahkaha ekleyebilirsiniz)…”  Demem o ki, sömürmek istediğiniz halkı sersemletmek için amuda kaldırmaya kalkışmazsanız tarih kendi yolunda ilerleyebilir, aydınlatıcı ve öğretici özelliğini yitirmez.

Bizim mesleğin büyükleri, yani eski büyükelçilerimiz sık sık tarih bilgisinin bir diplomat için zorunlu olduğuna ve dış politika yapımı bakımından önem taşıdığına vurgu yaparlar. Sanırım tarih bilmenin önemi iç politikayla uğraşanlar için de yadsınamaz. Elbette tarihle kafayı bozmamak gerekir ama tarihi akıldan tamamen çıkartmak da kişileri ve toplumları sersemleştirir. 

Günlük yaşantımızda belki de en çok çene yorduğumuz konulardan biri tarihin tekerrür etme ihtimalidir. Eder mi, etmez mi? “Efendim, ders alınmazsa eder” diyen çok. Açıkçası kimi zaman ders alınsa da tekerrür edebilir ama bu yinelenme olayını çok da abartmamak gerekir. Benzerlik ve özdeşlik farklıdır. 

Bu haftanın gündemini izlerken aklıma bir isim düştü: Mahmut Nedim Paşa. Şimdi Paşa’nın hikayesini Mehmet Bozkurt o nefis üslubuyla yazsa büyük keyifle okuruz. Ne yazık ki ben deneyeceğim. Türk Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne göre Gürcü kökenli Bağdat Valisi Mehmet Necip Paşa’nın oğlu. Kendi dönemine göre gayet eğitimli. Osmanlı bürokrasinin çeşitli kademlerinde çalışmış, irili ufaklı valilikler ve Hariciye Müsteşarlığının üstüne geçici sıfatla da olsa kısa bir süre Hariciye Nazırlığı vekilliği  bile yapmış. Liyakatse liyakat. Kalemi de çok kuvvetli. Yalnız yabancı dil bilmiyor. O kadar kusur Paşa çocuğunda da oluyor demek ki! Çok da uyanık bir bürokrat. Yükselebilmek için her ipi çekmiş. Trablusgarp Valiliği sırasında dönemin “muhalifleri” sayılan Yeni Osmanlılar’la “iltisakı” tespit edilince tutuşup derhal başkente gelerek dönemin kudretli Sadrazam Âli Paşa’yı “muhalif” olmadığına ikna etmeyi de başarmış. O andan sonra hızlı bir yükselişi var. Kendisini oralara taşıyan Âli Paşa’nın altını oymayı da ihmal etmemiş elbette. Sadrazam’ın sırtından Saray’la, yani o dönemin Padişahı Abdülaziz’le yakınlaşmayı başarmış. Bağlamı anımsayalım: Tanzimat Dönemi. Padişahın otoritesinin sorgulandığı, devletin iplerinin en azından kısmen güçlü Sadrazamların elinde bulunduğu yıllar. Bizim uyanık Nedim Paşa buradaki fırsat penceresini görmüş tabii ki. Abdülaziz’e “tek adam” yönetiminin erdemlerini anlatıp durmuş her görüşmesinde. Âli Paşa öte yana göçünce de kurulmuş 8 Eylül 1871’de Sadrazamlığa. Allahı var, Abdülaziz’e bir yamuğunu yazmıyor tarihçiler. Aksine Tanzimatçı partiye mensup kim varsa temizliyor Devlet’ten. Padişah ne derse yapıyor. Bu arada beş kez Maliye Bakanı, dört kez Adalet Bakanı, sayısız kez vali değiştiriyor. Bunlar 11 aylık görevi döneminde içeride yaptıklarının kapsayıcı olmayan bir özeti. İşin bir de hariciye boyutu var.

Mahmut Nedim Paşa göreve gelir gelmez Âli Paşa’nın uzun bir süre ayak dirediği bir dosya olan Özerk Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin kuruluşuna onay veriyor. Önceki dönemde Alman iş insanı (isterseniz tefeci de diyebilirsiniz) Baron Hirsch’e verilen Rumeli Demiryolu imtiyazını iptal ediyor. Osmanlı Devleti’nin kazıklandığına kuşku bulunmayan bu imtiyazın iptali ilk bakışta çok yurtsever bir hareketmiş gibi görünüyor. Ne var ki, imtiyaz yenileniyor üstelik bu kez Hirsch için daha da avantajlı koşullarla. İddia o ki, “becerikli” Mahmut Nedim Paşa bu süreçte Hirsch’ten ciddi miktarda rüşvet alıyor. Diplomatik başarıları bununla da sınırlı değil.

Kimi Osmanlı sadrazamlarını biz lakaplarıyla tanıyoruz. Örneğin Maktul İbrahim Paşa, Koca Mustafa Paşa, Semiz Ali Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Öküz Mehmet Paşa. Mahmut Nedim Paşa’nın da tarihte edindiği bir lakap var: Nedimov. Bunun sebebi de kurtuluşu İngiltere tacının veya Fransa’nın gölgesinde arayan Tanzimat dönemi devlet adamlarının aksine Rus Çarlığı’ndan medet umması. Dönemin Rus Büyükelçisi İgnatiyev’le arasından su sızmıyor. Rus Çarı “tak” emrediyor, İgnatiyev iletiyor, Nedim Paşa “şak” diye yapıyor. Sonunda rahatsızlık o kadar artıyor ki, yağcılık da yetmiyor ve Sultan Abdülaziz Paşa’yı azlediyor. “Nedimov”un macerası burada sona mı eriyor? Hayır. Mahmut Nedim Paşa pes etmiyor. Arkasında koskoca Çarlık var bir kere. Hersek’te isyan çıkınca düşüyor yeniden ortalığa “bu işi anca ben çözerim” iddiasıyla. Plan basit, Rusya destek olacak, Paşa ayaklanmayı bastıracak. Oysa kendini çok uyanık zanneden Mahmut Nedim Paşa’nın bilmediği ya da görmezden geldiği, sadaret makamında kalmasının emperyal genişleme peşindeki Çarlık için kendi çıkarlarından, Osmanlı toprakları üzerindeki hesaplarından daha önemli olmadığı.

Sonuçta Hersek’teki isyan bastırılamadığı gibi, Bosna’ya da sıçrıyor. Bunu Bulgar ayaklanması izliyor. Kimi tarihçilere göre, Mahmut Nedim Paşa’nın tedbir alıyorum zannıyla ve İgnatiyev’in tavsiyeleri doğrultusunda attığı ve atamadığı adımlar Osmanlı’nın Balkan topraklarının elden gideceği sürecin yapıtaşları oluyor. Derken İstanbul’da medrese öğrencileri Mahmut Nedim gitsin talebiyle ayaklanıyor. Vaziyetin karıştığını gören Abdülaziz “Nedimov”u 11 Mayıs 1876’da ikinci kez azlediyor. İki kez giden Paşa’nın II. Abdülhamit dönemindeki üçüncü dönüş denemesi ise sağlık sorunlarına takılıyor. Herkes gibi Mahmut Nedim Paşa da bir gün ölüyor, geriye her ikisi de basılamamış olan, şiirlerini topladığı bir Divan ve hakkındaki suçlamaları yanıtladığı bir “Reddiye” ile pek de kıvandırıcı sayılamayacak bir lakap kalıyor: Nedimov.

Gökten üç elma düşmüş. Bedava bulmuşken kaçırmayın bence…