Narinlerin kanını içen gericilerin Türkiye’den temizlenmesi için, toplumdaki herhangi bir gericilik biçimine “bu da toplumun gerçeği” diye hoşgörüyle yaklaşmayacak devrimci bir iktidara ihtiyaç var.

Sorumluluk ve cüret

Bocalıyoruz, çünkü kandırıldık ve çok yanlış bir şeye inandırıldık.

İnandırıldığımız şey şuydu: “Bu hayatı insanca yaşamanın birinci şartı, başkalarının yaşantısına ve düşüncelerine saygı duymak, kimseye saygısızlık etmemek ve hayatına karışmamaktır.”

Hoşgörü, nezaket ve şiddetsizlik.

Buna inandıkça, her anlamda silahsızlandık.

Ve şimdi, Narin’in ölü bedeni karşısında nutkumuz tutuluyor. İnsanlıktan nasibini almış herkes çok karmaşık duygular hissediyor kuşkusuz; ama en baskın olanı çaresizlik, elimizden bir şey gelmemesi, yapmamız gerekenleri yapmak için ihtiyaç duyduğumuz araçlara sahip olmama hissi. Ruhumuzu ezip sıkıştıran bu duyguyu kafamızdan atamıyoruz, çünkü bize anlatılanın (ve belki de zannettiğimizin) aksine kendisinden ibaret, izole bir varlık değiliz. Varoluşumuz ve kişiliğimiz her gün, içinde yaşadığımız topluma referansla yeniden üretiliyor ve o toplum sadece bizim gibi insanlardan değil Narinlerden ve Narinleri katledenlerden de oluşuyor. Münferit bir suçla değil, tekrarlanan ve süreklileşmiş bir kıyıcılıkla karşı karşıyayız. Bir suç mahalli varsa Diyarbakır ili Bağlar ilçesi Tavşantepe köyü ile sınırlı değil. Suç mahalli, Gazze’nin yıkıntılarından Akdeniz’de alabora olan göçmen teknelerine, her Eylül ders başı yapılırken “bu sene nerede öğrenci katliamı olacak?” diye tedirgin olunan ABD liselerine, çocukların çalıştırıldığı ve iş cinayetlerinde öldüğü her atölyeden yatağa aç girdikleri her yoksul eve kadar bütün dünya.

İnsanız, ve milyonlarca yıllık insanlaşma yolculuğunda kazandığımız en önemli, en kıymetli, bizi insan yapan en temel kişilik özelliğimiz vicdanımız. O, içimizde yaşayan insanlığımız, toplumsallığımız. Ve şimdi, Narin’in ölü bedeni karşısında, hepimize çok basit bir soru soruyor.

“Bunun yaşanmaması için, üzerine düşeni gerçekten yaptın mı?”

***

Esasen ideolojik bir operasyon olan ilericiliğin silahsızlandırması, bireyin toplumsal sorumluluklarının, hatta bir noktadan itibaren toplumsallığının yadsınmasıyla gerçekleştirildi.

Operasyon şunu söylüyordu: “Bu dünyada herkes kendisinden mesuldür ve kimse başkasından mesul değildir. Bireyi tanımlayan onun bireysel hak ve özgürlükleridir. Birey bu hak ve özgürlükleri, başkalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmediği müddetçe dilediği gibi yaşayabilir ve yaşaması herhangi bir biçimde engellenmemelidir. Devletin tek görevi, bireyin başka bireylerin hak ve özgürlüklerine tecavüz etmesini engellemek olmalıdır.”

Bu operasyon bir yanda bireyi tüm toplumsal sorumluluğundan kurtararak, yani yalnızlaştırarak “özgürleştiriyor”; diğer yanda devleti, tüm toplumsal sorumluluklarını piyasaya devrederek sadeleştiriyor, yalın bir egemenlik aracı haline getiriyordu. Bu yeni devletin, sosyal adaleti sağlamak şöyle dursun, halkın temel ihtiyaçlarını karşılama, sokaktaki aç insana ekmek verme sorumluluğu bile yoktu. Tek sorumluluğu, bekçiliğini yaptığı özel mülkiyete dayalı piyasa düzeninin güvenliğini ve devamlılığını sağlamaktı. 

Birey yalnızlaştıkça, siyasal anlamda güçsüzleşti. Devlet sorumsuzlaştıkça, ele geçirenin olmadık şeyler yapabileceği, üzerinde neredeyse hiçbir halk denetiminin kalmadığı bir baskı aygıtından ibaret hale geldi.

Bu ortamda toplumun üretici güçlerini tekelinde bulunduran “soylu” egemen sınıf ölçüsüz ve her gün daha da ölçüsüzleşen zenginliğini izah etme zorunluluğundan dahi kurtuldu. Zira piyasa düzeninde bireysel mülkiyet ne kamu yararı ne de toplumsal adalet duygusu ile sınırlanabilecek, mukaddes bir haktı ve bir insan bir ülkenin tek ekmek fabrikasına sahip olsa dahi, o fabrikayı isterse çalıştırır istemezse çalıştırmazdı. Zengin olmayan ama başkalarına muhtaç olmadan geçimini sağlayabilme ayrıcalığına sahip (zira artık bu bile bir ayrıcalık haline gelmişti) “yurttaş” birey ise kendi yalnızlığına kapandı ve satın alabildiği hazları yaşayıp alamadıklarına imrenmeye odaklandı. Zira başkalarının hayatından mesul olmadığına ve nasıl yaşadıklarına müdahale etme yetkisi bulunmadığına inandırılmıştı. 

Ne soylu ne de yurttaş olabilen yoksullara ise tek seçenek kaldı: kulluk.

Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de yoksullar, egemen düzen tarafından gerici ideolojilerin eline böyle terk edildi; zira eşitsizliğin benzersiz boyutlara ulaştığı düzeni yoksulların öfkesinden korumak için en güvenli yol buydu.

Toplumun kentli ve eğitimli, yani ideolojik açıdan aydınlanmacı ve ilerici olması beklenecek kesimleri daha eşitlikçi bir toplum için mücadele etmeyi bıraktı; hatta eşitlik arayışının bireysel özgürlükleri hiçe sayan baskıcı bir takıntı olduğunu düşünmeye başladı. Bu kesim “bireysel özgürlükler(im) az mı çok mu ihlal ediliyor?” diye bir toplu iğnenin ucunda kaç meleğin dans edebileceğini tartışırken, gericilik “din ve inanç özgürlüğü sınırsız ve dokunulmazdır”, “tarikatlar sivil toplum kuruluşudur ve örgütlenme özgürlükleri dokunulmazdır”, “ailenin çocuğuna dini inancını öğretme (yani dayatma) özgürlüğü dokunulmazdır” argümanlarıyla, ele geçirdiği devlet otoritesini kullanarak gerici ideolojiyi yoksul kitlelerin gündelik yaşantısına yerleştirdi.

Böylelikle, özel mülkiyet düzeninin yoksul bıraktığı, yani maddi esaret altına aldığı kitlelerin politik eylemi ve bu eyleme yön verecek düşünceleri de esaret altına alındı. Aklı liberal özgürlükçülükle kısırlaştırılmış ilericilik ise tüm bu olan biteni, kahrolarak da olsa, gerçek bir müdahalede bulunmadan seyretti.

***

İslamcı gericilik şakaya gelir bir şey değildir. Bekleneceği üzere, güçlendikçe zincirlerinden boşandı ve korkunç suçlar işlemeye başladı. Şimdi, işin buraya gelmesinde payı olan liberaller kendilerini aklama derdine düşmüş durumda.

Mesela Ümit Kıvanç, çalakalem ve karmakarışık bir yazı yazıp, Narin’in katledilmesini, “henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri”ne, “insan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler”e bağlıyor. 1

İnsanın biraz entelektüel namusu olsa, o çocuğun ölüsü ortadayken lafı bu kadar dolandırmaya utanır. Kıvanç’ın “medeniyet evrimine rağmen dönüşmemiş, ideolojileşmiş, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş güdüler” derken kast ettiği şey Türkiye söz konusu olduğunda İslamcı tarikatlar, elimizdeki örnekte de Hizbullahçılık. Ve tarikatların temelinde “ilkel güdüler, dürtüler” falan değil düpedüz özel mülkiyet düzeni ve onun egemen politik ilişkileri bulunuyor.

İyi de, sen yıllarca tarikatların politik özgürlüğünü savunmadın mı Ümit Kıvanç? Şimdi ne yüzle olan biten karşısında insanlığın vicdanını oynamaya soyunup, halkın “okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına” parmak sallayabiliyor, bu insanların Narin’in ölümünü Kürt olduğu için “görmezden gelebileceğini” ima ediyorsun? 

Sen bu ülkede İslamcılıkla liberalizmin evliliğinin sağdıçlarından değil miydin? Gerici ve ilerici ideolojilerin aynı demokratik haklardan yararlanması gerektiğini savunmadın mı ve bugün de savunmuyor musun? Taraf gazetesinde Fethullahçılığın bir tehdit olmadığını iddia ederken, özel olarak Fethullahçılığın ve genel olarak dinci gericiliğin devlet içinde örgütlenmesine karşı olanlara "memleketin mâlûm laikçi taşkafaları" diye saldırmıyor muydun?2 Yetmez ama evetçi olmadın mı? Kendi liberal özgürlükçü ideolojin açısından bunun yanlış olduğunu (bir zahmet) kabul ederken dahi bu ülkenin komünistlerini nasyonal sosyalistlikle, Kemalistlerini düşkünlükle suçlamıyor muydun? 3

Sen ve senin gibiler, ucu buraya çıkacak gericilik yoluna taş döşediniz. AKP ve Fethullahçılar devlete operasyon çekerken, aynı operasyonun eksik kalsa muhtemelen başarısız olacağı toplumsal ayağını yürüttünüz ve laiklik ilkesine sahip çıkılması gerektiğini düşünen kentli, eğitimli insanları faşistlikle, taşkafalılıkla, nasyonal sosyalistlikle suçlayarak paralize ettiniz. Bunu yaparken, bu ülkede dinciliğin güçleniyor olmasından rahatsız olan, aydınlanmış insanlara “Toplumda ne varsa, ne denli gerici olursa olsun, demokratik siyasette ifade bulmalıdır” yalanını söylediniz.

Tekrar soruyorum: Bugün hala bunu savunmuyor musun?

***

Muhtemelen yanıtlamayacaktır, biz yanıtlayalım. Eski müttefiki olan gericiler onu kullanıp atmış olabilir ama Ümit Kıvanç hala aynı aldatıcı, liberal düşünceyi savunuyor. Hala “medeniyet evrimi” diye uyduruk bir şeyden bahsediyor. İnsanlığın medeniyetinin tüm ölçütleri; özgürlük de, eşitlik de, adalet de egemenlerin zararınadır. Bu yüzden medeniyet hiçbir zaman evrimle ilerlemez, ilerlemesine karşı olan gericileri ezen devrimlerle sıçramalar yaparak ilerler. 

Narin’in ve onun gibi kim bilir kaç başka aydınlık yüzlü çocuğun canını alan, almasa da hayatı zindan edip gözlerindeki ışığı söndüren gericiliğin bu topraklarda kökleri tabii ki var. Ama o kökler, hiç de İslamcıların ve liberallerin iddia ettiği kadar derinde değil. 1923 devriminin eksiğini fazlasını tartışabiliriz, ama tarikatlarda örgütlü olan gericiliği ezmiş, onun Osmanlı döneminde sahip olduğu gücü yerle bir etmişti.

Ne var ki, Türkiye kapitalizmi gelişip eşitsizlik arttıkça, yoksulları din ile itaatkâr kılmak, eşitlik mücadelesinin öncü ve devrimci siyaseti olan komünizmi din düşmanı diye yaftalamak düzenin başlıca ideolojik unsurlarından biri haline geldi. Bugün 44. yıldönümünü idrak ettiğimiz Amerikancı ve Türk-İslam sentezci 12 Eylül darbesi ile İslamcı gericilik Türkiye siyasetinin ana akımı olma yoluna girdi, AKP ve müttefikleri tarafından 2002-2010 döneminde gerçekleştirilen, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz operasyonla da tamamına erdi.

Dolayısıyla, Ümit Kıvanç tek bir konuda haklı. Devletin laiklik sicili AKP öncesinde de karanlıktı. Ama bu, laikliğin “denenmiş ve tutmamış bir yöntem” olduğunu, bugün karşı karşıya olduğumuz tarikat enfeksiyonunun ilacının laiklik olmadığını göstermez.

Türkiye halkına büyük zarar vermiş İslamcı gericilik ve onun temel örgütlenme formu olan tarikatçılık, ancak ona siyaseti yasaklayan bir baskı ile temizlenebilir. Bugün Türkiye’de ilerici her insanın kafasından söküp atması gereken yalan, böyle bir ilerici baskının antidemokratik, dolayısıyla gayrimeşru olduğudur. Ümit Kıvanç gibiler yalan söylüyor. Bütün ideolojiler demokratik bir barış içinde yan yana yaşayamaz. Gericilik nasıl ilerici ideolojileri, örneğin laikliği baskı altına almak zorundaysa, aydınlık bir toplumun kurulması ve ilerlemesi için de gerici ideolojilerin baskı altına alınması gerekir.

Bugünkü iktidar, bunu yarım yamalak bile yapmayacak kadar gericidir. Narin’in ölümünün yarattığı infial karşısında en fazla birkaç kişiye bireysel cezalar verilecek, belki köyde çok sayıda bulunduğu iddia edilen lüks arabalardan birkaçı polis arabasına dönüştürülüp şov yapılacak, ama meselenin dayandığı gerici toplumsal örgütlülük tartışma konusu edilmeyecektir.

Narinlerin kanını içen gerici örgütlenmenin Türkiye’den temizlenmesi için, toplumdaki herhangi bir gericilik biçimine “bu da toplumun gerçeği” diye hoşgörüyle yaklaşmayacak devrimci bir iktidara ihtiyaç var. Böyle bir devrimci iktidar da, ancak tarikatların büyüyüp serpilmesini sağlayan enfeksiyon ortamı olan özel mülkiyet düzenine meydan okuyarak kurulabilir.

Türkiye’de bu cüreti taşıyan ve bu sorumluluğa talip olan bir siyasi parti var. İki gün önce 104 yaşına basmış Türkiye Komünist Partisi, cumhuriyet devriminin yaraladığı ama öldüremediği karanlığı tarihe gömmeye kararlı. Sizin de arzunuz buysa, liberallerin yalanlarını kafanızdan atın, bu mücadeleye omuz verin.

(Bitirirken bir not: 14 Eylül Cumartesi günü saat 17.00’de, Maltepe Kitap Günleri kapsamında Maltepe Cumhuriyet Meydanı’nda, “Kentli Bireye Dayatılan Bencillik; İnsan Bencil mi?” başlığıyla son kitabım hakkında sohbet edeceğiz. Civardaysanız, bekleriz…)