İkiz depremdeki kayıplarımızdan biri de Devrim Öztürk. Otuz yılı aşkın bir süredir Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan bir Büyükelçi. Devrim Öztürk, Dışişleri Bakanlığı Hatay Temsilcisiydi.

Mukayese ve bir diplomatın ölümü

İki hafta bitiyor. Enkaz üzerinden yükselen toz bulutunda azalma yok. Aksine çoğalıyor zira Akepe’nin acelesi var. Kurtarma çalışmaları sırasında kentlerin dışında bekletilen iş makinaları şimdi başladılar çalışmaya. Deprem bölgesindeki fiziki yıkıntının kütlesinin Erciyes Dağı’yla karşılaştırılabileceğini söyleyenler var. 100 milyon ton diye bir veri de duydum.  Akepe’yi tanıdığımız kadarıyla, enkaz kaldırmakta acele edilmesi seçim öncesinde normale dönüldüğü duygusunu yaygınlaştırmaya yönelik bir siyasi algı çalışmasından ibaret olamaz. Akçalı bir getirisi olması şarttır.

Zaman geçtikçe alışmak bir yana felaketin kapsamı, niteliği ve derinliği karşısında duyduğumuz dehşet büyüyor. Düzeni tanımadığımızdan değil ama gördüklerimiz ürkütücü olduğu kadar öğretici de. 6 Şubat’tan beri süregiden bir tartışma var. Daha doğrusu bir karşılaştırma. 1999 Gölcük depremi ile şimdiki arasında. Tartışanların düzen siyaseti içindeki konumuna göre ayrışıyor yaklaşımlar. İktidar cephesi “o zaman hiçbir şey yapılmadı şimdi her şey maşallah!” zırvasına tutunurken, düzen muhalefeti ise bir asr-ı saadet1 /devr-i şeamet2 ikiliği yaratmaya çalışıyor. 

Sosyal bilim ve olgularda karşılaştırma yapmanın çoğu kez yanıltıcı olacağına inanırım öteden beri. Birbirine benzeyen olgular arasında belirleyici nitelikte birçok farklılık olur. Kişi ve kurumlar farklıdır, yer farklıdır, çağ ve bağlam farklıdır. Bu yüzden kıyas anlamsızlaşır. Burada da aynı durum söz konusu bana göre.

1999 Gölcük Depremi’nin ardından Başbakanlık Kriz Merkezi oluşturulmuştu. Milli Güvenlik Kurulu binasında kurulan o merkezde üç hafta görev yaptım. Büyük bir salonun dört bir yanı masalarla çevrilmişti. Başlıca kurum ve kuruluşların temsilcileri o masalarda ikili-üçlü gruplar halinde çalışıyorlardı. Türkiye’nin de teknolojinin de olanakları bugüne göre daha dardı. Buna karşılık orada bugün olmayan iki şey vardı. Koordinasyon ve yetki. Kriz merkezinde görev yaparken daha sekiz yıllık bir memurdum ama Dışişleri Bakanlığı “yetkilisi” sıfatıyla tuttuğum gece nöbeti boyunca acil ve pratik konularda kendi kurumuma sormadan pratik kararlar alabiliyor, karşıdaki Maliye masasına veya Kızılay temsilcisine bir talebi iletip yanıtını kısa bir süre içinde talep sahibine iletebiliyordum.

Yanlış anımsamıyorsam o merkezin başında da bir siyasetçi değil Başbakanlık Müsteşarı vardı. Her şey yeterli ve mükemmel miydi? Hayır ama yapı olması gerektiği gibi kurulmuştu. İşleyişte aksayan birçok yön vardı, yurtdışından gelen yardımı ihtiyaç sahibine ulaştırmak yine zaman alıyordu, yardımı getiren yine doğduğuna pişman edilebiliyordu, ordu sahadaydı ama yine de yağma, hırsızlık olabiliyordu vs.. Keza o dönemde çadır alım ihalesinde usulüne uymayan bir şeyler döndüğünü, birilerinin depremi kişisel zenginleşme fırsatına çevirmek için çabaladıklarını da görüyordum. Üstelik o deprem bugüne kıyasla çok dar bir alandaydı, ülkenin en geniş olanaklara sahip kenti olan İstanbul’a taş çatlasa iki, başkent Ankara’ya üç saat uzaklıktaydı. Yine de depremzedelerin birçok sorununun çözülmesi haftalar, aylar, yıllar aldı.

Geçen hafta Akepe’nin Kahramanmaraş depremleri sonrasında yaptıklarına, yapamadıklarına ve yapmadıklarına değindiğim için bunları bir kez daha yinelemeyeceğim. Bir devr-i şeamet yaşadığımıza kuşku yok ama bu gerçek 1999’u bir tür mutluluk çağı olarak niteleyebileceğimiz anlamına gelmiyor. Toplumsal bellek konusunda ciddi kısıtlarımız olduğundan anımsatmak istedim.

Bu yazıya başlamadan önce niyetim köşemde benden bekleneni yapmak, deprem sürecindeki uluslararası yardımları, Türkiye’nin sorunlu ilişkileri bulunan kimi ülkelerin yardımlarının önümüzdeki dönemde diplomatik açılım sağlayıp sağlayamayacağını tartışmak, keza yıkıcı bir afetin Akepe’nin genel dış politika eğilimlerini değiştirme ihtimalini irdelemek, bu kapsamda AB ve NATO’nun önümüzdeki dönemde Türkiye’ye “yüklenme” olasılığına bir göz atmaktı. Yapamadım.  Üzüntü ve öfke galebe çalınca soğukkanlı analiz yapabilme olanağı kalkıyor ortadan. En azından benim için öyle.

Öfkenin sebebi belli. Yoksulları öldüren, emekçiyi yaşam hakkından dahi yoksun bırakan katil düzene öfkeliyim. O öfkeyi korumak, büyütmek ve somuta yönlendirmek de önemli. Bunu hep birlikte yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Kıdemli bir dostum kapitalizmi “insanın kötücül doğasına uygun” tek düzen olarak gördüğü için bunu her yazdığımda tepki veriyor ama bu düzeni yerin yedi kat altına gömene kadar öfkemi azaltmak niyetinde değilim. 

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nda yaklaşık yedi bin çalışan var. Görece küçük bir kamu kurumu. Bu sayıya dünyanın yaklaşık 150 farklı ülkesinde hizmet verenler de dahil. Bu toplamın çok küçük bir bölümü Büyükelçi. Halen görevde olan Büyükelçilerin sayısı 200’ü biraz geçer diye tahmin ediyorum. Temelde karşı olmadığım ama Akepe’nin suyunu çıkardığı dışardan atama uygulaması sonucu bu unvanı taşıyan bireyleri de bir kenara aldığımızda, mesleğin bütün aşamalarını geçmiş, emeğinin, birikiminin ve sabrının ürünü olan bu titre hak kazanmış Büyükelçilerimizin sayısı 150-170 arasında olmalı. Belki daha da azdır ama öyle varsayalım. Türkiye’de 1650 beyin cerrahı olduğunu düşünürseniz, meslekten muvazzaf Büyükelçilerin sayısı beyin cerrahlarının onda birine anca denk geliyor. 

Burada bir lonca mantığı içinde hareket ettiğimi düşünebilirsiniz. Bir kurumda otuz yıla yakın çalıştığınızda her zaman nesnel olmak kolay değil. Kabul ediyorum. Yine de 85 milyonluk bir ülkede neredeyse mikroskobik bir toplamdan söz ettiğimiz açık. 

Kahramanmaraş merkezli ikiz depremde ölü sayımız hâlâ belli değil. 40 bin sayısı büyük olasılıkla katlanacak. 1999 depreminde açıklanan resmi veri gerçek kayıpların neredeyse dört biri seviyesindeydi. Yine böyle olmayacağını düşünmek için bir sebep yok. Partiler farklı, düzen aynı.

İkiz depremdeki kayıplarımızdan biri de Devrim Öztürk. Otuz yılı aşkın bir süredir Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan bir Büyükelçi. Devrim Öztürk, Dışişleri Bakanlığı Hatay Temsilcisiydi. Devrim, Rönesans diye bilinen binanın enkazı altında kalan yüzlerce insandan biri. Bir diğeri de yine Bakanlık çalışanı Gökhan Aytaç. Gökhan Aytaç’ın cansız bedeni ailesine teslim edildi. Devrim Öztürk ise hâlâ orada. 

Devrim, Bakanlıktan kalan yüzlerce güzel insan ve anıların bir parçasıydı benim için. Moskova’da iki yıl birlikte görev yaptık. Öğlen aralarında Eski ve Yeni Arbat’ın sokaklarını arşınladık. Bununla da yetinmedik, görev süremizin son haftalarında benzersiz bir Tataristan ve Çuvaşistan gezisi yaptık. Devrim monşer filan değildi. Cumhuriyet aydınlanmasının kalıcı izler bıraktığı bir ailenin Cumhuriyetin sağladığı olanaklarla okuttuğu pırıl pırıl çocuklarından biriydi. Aynı mesleği seçmiş ve genç yaşta kanserden yaşamını yitirmiş olan ağabeyi Feza gibi, çalışkan, zeki ve doğru ya da yanlış “Devlet”e angaje olmuş bir memurdu. Devrim Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu ya da bu tarikata ya da çıkar grubuna mensup bulunduğu için değil, hak ettiği için Büyükelçi olmuş 150 kadar Büyükelçisi’nden biriydi. İsminin yanına yolsuzluğun, hırsızlığın ve sosyal medya amigoluğunun eklenmesi mümkün olmayan bir Devlet Memuru’ydu. Yitirdiklerimizin ardından hep olumlu şeyler söylemek gerektiği için değil, Devrim ismi kadar yalın, temiz ve güzel bir insandı. 

Belki tam da bu yüzden, cumartesi günü basına bir demeç veren Akepe’nin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, yakın yıllarda Mülkiye’de aynı koridorları paylaşmış olması gereken Devrim’in adını anımsayamadı. Gazete Duvar’ın haberine bakılırsa bedeni çoktan ailesine teslim edilmiş olan diğer Bakanlık mensubu Aytaç’ın enkaz altında olduğunu söyledi. 

Ailesi ve sevenleri hâlâ Devrim’i bekliyorlar.

  • 1. Asr-ı Saadet: Mutluluk çağı olarak Türkçeleştirilebilir. İslam dinine inananların Hz. Muhammed’in yaşadığı dönem için kullandıkları bir terim olarak biliriz.
  • 2. Devr-i Şeamet: Tevfik Fikret’in ne yazık ki güncelliğini hiç yitirmeyen “Doksanbeşe doğru” şiirinde geçer. Şeamet’in sözlük anlamı uğursuzluktur. Fikret uğursuz , lanetli bir dönemi betimlemek için kullanır bu ifadeyi. Tevfik Fikret sosyalist değildir ama bu topraklarda doğduğu için gurur duymamız gereken bir aydındır. II. Abdülhamit istibdadı sonrasında İttihatçıların yedikleri haltları en sert şekilde eleştirmekten geri durmaz.