Artık hedef toplumsal yaşamı bütünüyle laiklik temelinde örgütlemek olmalıdır; bunun yapılabilirliği, özellikle de emekçi sınıfların laiklik mücadelesine kazanılmasıyla mümkün olabilecektir.

Laiklik ekmek/su kadar gerekli

Laiklik sınıf mücadelesinin çok önemli bir parçası. Bunu emekçi sınıflar yeterince değerlendiremiyor olabilir; ama sermaye sınıfı ve onun siyasi iktidarları başından beri farkında. O nedenle emekçi sınıfların laikleşmesi sınıf çıkarlarını zedelediği andan itibaren tersine yatırım yapıyorlar.

Laiklik mücadelesi, dolayısıyla, salt kişisel özgürleşmenin bir parçası değil; sınıfsal özgürleşmenin de olmazsa olmazı. Onsuz sınıf savaşı verilemiyor çünkü. Özellikle de laikliğin/sekülerleşmenin tam kök salamadığı İslamî ideolojinin egemen olduğu toplumlarda. (Fransa gibi laiklik mücadelesinin yüzyıl önce kesin kazanımlarla sonuçlandığı ülkelerde, bugünkü faşist hareketler bile laikliğin toplumca içselleştirildiğinin bilinciyle hareket ederler. Ama bu onları, yabancı/müslüman emekçi düşmanlığı yaparken, bunların laikliği bile benimseyememiş geri kategoriler olarak hedefe konulmasında bu defa laikliği ters yönden araçsallaştırmalarına engel olmaz).

Laiklik, solun ideolojik/kültürel mücadelesinin ana ekseni olmak zorunda. Çünkü sömürü ilişkilerini din ve dincileştirme baskısı üzerinden sürdürenler tam da böyle bir ideolojik/kültürel mücadele içindeler.

Din-devlet işleri ayrımı artık yetmiyor

Din-devlet işleri ayrımı laikleşme mücadelesi açısından kuşkusuz önemli bir aşamadır. Devlet kurumlarının, yargının, askeriyenin, eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm kamu hizmet alanlarının yani tüm idarenin dinin/dinsel simgelerin etki alanından uzaklaştırılması/çıkarılması, laikleşme mücadelesinin önemli hedef ve kazanımlarındandır. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) bile görevini laiklik ilkelerine göre yapacağını Anayasa hükmü (m.136) haline getirmek de bu sürecin önemli bir parçasıdır. (Bunun hiç işe yaramadığı mevcut durumu şimdilik bir yana bırakalım). Aslında bunlar sağlansa bile, emekçi sınıfların daha büyük bölümünün istihdam edildiği kamu dışındaki özel işyerlerinin/fabrikaların kapsanmadığını; ailelerin camiler ve örgün eğitim dışında kalan legal/ilegal kurslar, tarikatlar/cemaatler üzerinden dincileştirme baskılarına açık olabileceğini unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla din-devlet işleri ayrımı, laikleşme mücadelesinin tek veya nihai hedefi olamaz. 

Ama kuşkusuz siyasi İslamcıların hedefi de devlet kurumlarını ve kamusal hizmet alanlarını yeniden dinin etkisine almaktan ibaret değildir. Ama bu çok önemli bir başlangıç hedefidir. AKP iktidarının -kendi öncesinden gelen aşındırmaları da hanesine yazarak- şimdiye kadar büyük ölçüde başardığı şey de budur. Bunu başardıklarını artık açıkça beyandan çekinmiyorlar. (Unutmayalım: Abdullah Gül, icraatın başındayken, 'dini sadece camiye, eve hapsetmek istediler' diyerek din-devlet işleri ayrımına cepheden karşı çıkan siyasetçilerden biriydi. Şu an da farklı düşünüyor olamaz). 

Ama 5 Eylül 2021'de  18. İmam Hatipliler Kurultayı'nda konuşan Diyanet İşleri'nin artık "ünü dünyaya yayılan" Başkanına kulak verirsek, artık daha fazlasının hedeflendiği açıkça ifade edilebiliyor:

"Burada dinin, yaşanan hayatla irtibatının zayıflatılması. Bireysel ve sosyal olarak İslam olarak doğru ve gerçekçi olarak pratik çözümler getirilememesi. Bu durum, hayatın içindeki konularda inancın ikinci planda kalmasına, yahut inancın hayatın dışına itilmesine sebep olmaktadır. İnanç, sokakta olmasın, mahallede olmasın, şehirde olmasın ve insanın içinde olsun gibi bir anlayış var. İnsan ile Allah arasında olsun, evine ve ticaretine, siyasetine, adaletine, yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan oralar adeta aydınlansın. Bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir. Yaşanan hayatın ve bireysel sorunların ve sosyal gerçeklikleri dikkate almayan bir din anlayışının nesiller ve kitleler tarafından kabul görmesi mümkün değildir".

Dikkat edilirse DİB Başkanı, dinin siyasete ve devlet işlerine yansımasına engel çıkaran yürürlükteki laiklik ilkesine karşı olmakla kalmamaktadır -ki bunlar artık siyasi İslam'ın kazanım hanesine yazılmıştır-; eve, sokağa, mahalleye, ticarete (özel işyerlerine) ve doğrudan doğruya "yaşanan hayata, bireysel sorunlara ve sosyal gerçekliklere" yansımasını talep etmektedir. Toplumsal yaşamı tümüyle yeniden biçimlendirmeye talip olmaktadır. Toplum mühendisliğini çok daha ileri bir aşamaya taşımak istemektedir.
 
Sonuç olarak, laiklik sadece din-devlet ilişkilerinin ayrılmasına indirgenemez. Çünkü laiklik karşıtları, bununla yetinmiyorlar; dini toplumsal yaşamın bütün alanlarına sokuyorlar ve daha da ileri gitmek ve yeni bir "homo İslamicus" yaratmak istiyorlar. Ama laiklik mücadelesini bayraklaştırması gereken sol siyasi hareketler de laikliği din-devlet işleri ayrımına indirgeyemezler; bu mevzileri yeniden geri kazanmakla yetinemezler. Çünkü o mevzilerin ne kadar dayanıksız olabileceği yaşanarak görüldü. Artık hedef toplumsal yaşamı bütünüyle laiklik temelinde örgütlemek olmalıdır; bunun yapılabilirliği, özellikle de emekçi sınıfların laiklik mücadelesine kazanılmasıyla mümkün olabilecektir.