İşte bu yüzden, bazılarımız, vicdan azabından deliye dönmek ya da kulaklarını çocuk çığlıklarına kapatıp şarkı söylemek yerine, sabır ve sebatla, umut ve kinle bıçak biliyor karanlıkta.

Kronos’un midesinde

İki gün önce, konuk olduğum bir sohbette, bir dinleyicinin sorusu üzerine şu cümleyi kurdum: “İçinde yaşadığımız düzende, bebek öldürerek para kazanılabiliyorsa, birileri bunu yapar.”

Hâlâ üzerinde düşünüyorum. Önermenin doğruluğundan şüphem yok, zaten çevremizde her gün yaşananlar ile tekrar tekrar teyit ediliyor. Ben düşündüren şu: Bir canlı türü için, türünün devamı olanı bile isteye ve fütursuzca yok etmek; bunu hem yapabiliyor hem de yapıyor olmak, ne denli büyük bir çelişki. Bu yüzden, buna benzer olayları kamuoyuna taşımada önemli roller üstlenmiş bir gazeteci “Yenidoğan Çetesi” mensuplarını “Mağara Adamı”na benzetince, itiraz etmek durumunda kaldım. “Mağara adamı” diye aşağılanan ilkel insan, asla çocuklarına, bebeklerine kötülük yapmaz, kendisinden önce onları kurtarmaya çalışırdı. Çünkü onlar yaşamazsa kabilesinin yok olacağını bilirdi.

Peki şimdi?

Yenidoğan Çetesi “münferit” değil. Örneğin geçtiğimiz yılın sonlarında bir video gezmişti internette. Bir İsrail askeri, 12 yaşında bir kızı öldürdüğünü, şimdi ise öldürmek için bir bebek arıyor olduğunu söylüyordu.1 O da münferit değildi. İsrail’in Gazze saldırılarında çocuklar ve bebekler özellikle hedef alınıyordu. Mesela, gerçek hayatta yaşanmasa da bir filmde yer alsa abartılı bulacağımız bir sahnede, Gazzeli bir doktor, aralarında bebek ölülerinin de bulunduğu insan cesetleriyle dolu bir hastane bahçesine kurulmuş bir kürsüden basın açıklaması yapıyordu.2

Yaşananlar korkunç, ama bir mantığı var: İsrail, kendi beka stratejisi ve maddi çıkarları doğrultusunda, coğrafi yayılma amaçlı bir soykırıma girişti ve soylar, ancak çocuklar, bebekler öldürülerek kırılabilir. İsrail amaçlarına tam olarak ulaşabilmek için, tankına taş atan çocukları da mutlaka öldürmek zorunda. Nitekim, geçtiğimiz günlerde soykırım birinci yılını doldurdu ve bu süre zarfında henüz bir yaşını doldurmamış, yani birçoğu bombardıman altında doğmuş 786 Filistinli bebeğin İsrail saldırılarında öldüğü açıklandı.3

Yedi yüz seksen altı bebek, “anne” diyemeden göçtü gitti bu dünyadan.

***

Yenidoğan Çetesi vakasının da bir mantığı var. Hiç dramatik değil üstelik. Bundan altı yıl önce, daha pandemi yaşanmamışken, ABD’nin en önemli finansal danışmanlık kuruluşlarından Goldman Sachs, tıpta yaşanan ilerlemelerin, bilhassa da genetik çalışmalarının pek çok hastalığı bir müdahalede ve kalıcı biçimde tedavi etme ihtimali belirginleştiğinde bir rapor yayınlamıştı. Raporun temel sorusu şuydu: “Hastalıkları kalıcı olarak tedavi etmek sürdürülebilir bir iş modeli midir?”4

İçinde yaşadığı sistemin insanlık dışı ve anti sosyal karakterini sorgulamaktansa bu gibi delillere şüpheyle yaklaşmayı konforlu bulanlar için dipnotta kaynak verdim. Vakit ayırıp raporu okurlarsa daha da olağanüstü önermelerle karşılaşacaklar. Örneğin bu tedavilerin nasıl fiyatlandırılması gerektiği tartışılırken, tedavi başına 1 milyon doların üzerinde fiyatların uygun olacağından bahsediliyor; örnek olarak da en yaygın çocukluk dönemi kanseri olan lösemi gösteriliyor.5

Ne kadar soğukkanlı ve mantıklılar, değil mi? İngilizcede bu tavrı anlatan sıfat “businesslike”, yani “şirket yönetir gibi.” Peki, aynı mantık çerçevesinde, bugün pek çok ölümcül hastalığın kalıcı tedavisi bulunduğunda, bunun toplumsal çıkarlar değil kâr maksimizasyonu doğrultusunda fiyatlanacağı, bunun sonucunda bazı tedavilerin sadece zenginler tarafından satın alınabileceği de açık değil mi?

Sağlığın satılabilir olması, içinde yaşadığımız düzenin mantıki bir sonucu. Ne var ki, aynı mantığın devamında parası olmayanın tedavi olamayıp ölmesi “normal” hale geliyor. Bununla kalmıyor, gereksiz ve yanlış tedavi satmak da mantıksız ve yapılamaz bir şey olmaktan çıkıp bir dolandırıcılık biçimine dönüşüyor; yani o da bir mantık kazanıyor.
Bebekler, bu mantık sonucunda katlediliyor.

***

Dolayısıyla, hiçbir bebek ölümü “cinayet” değil. Cinayet münferittir. Bir kereye mahsus ve tekrarlanamaz bir anormalliktir. Burada ise münferit bir şey yok, çıkar amaçlı ve dünya çapında yürüyen bir katliam var. Biz hâlâ tekil olayların detaylarıyla uğraşıyoruz, ama içinde yaşadığımız düzen, Kronos gibi, çocuklarını yiyor.

Tartışmanın bu noktasında, bir sürü insan şunu soruyor: “İnsanlar niye duyarsız, niye tepki göstermiyor?”
Çünkü hiçbirimiz dışında falan değiliz bu düzenin. Hayat düzenden ibaret ve her birimizi, doğduğumuz anda yuttu zaten. Tek farkı, bizi çiğneyip öldürmedi. Kronos’un midesinin karanlığında, küçük kardeşlerimizin ölü bedenleriyle yan yana yaşıyor, yaşarken sindiriliyoruz.

Düzeni, dolayısıyla aynı zamanda kendi “düzenini”, yani alıştığı hayatı yıkıp parçalamayı göze alamadıkça; en korkunç vahşetleri bile kabullenmekten başka çare kalmıyor kimseye. Çürümenin de, duyarsızlaşmanın da kaynağında öncelikle bu var. İnsan her gün vicdan azabı çekip hiçbir şey yapmadan yaşayamaz. Bu yüzden pek çok insan, düzene uyum sağlamak için vicdanının yüzüne bir yastık bastırıyor ve sesi kesilene kadar (bazen yıllarca) bekliyor.
Öyleyse, umut nerede?

Umut şurada: Öyküde Kronos, çocuklarını, bir gün kendisini tahttan indirecekleri için yer. Burada büyük bir bilgelik saklıdır: Yeni her zaman eskiden doğar ve onu yıkarak egemen hale gelir. Düzenin dışında bir hayat yok, ama yeni hayatın tohumları bu düzenin içinde, Kronos’un midesinde filizlenmeyi bekliyor.6 

Marx, kapitalizm için “kendi mezar kazıcılarını yaratıyor” demişti.

Yani düzenin bir mantığı varsa, devrimin de bir mantığı var.

Biz zavallı biçareler falan değiliz, emekçi halkız. Kendimizi yalnız kaldığımız ve sadece kendi derdimize yandığımız için çaresiz zannediyoruz. Biz olmasak düzen aç kalır, ama biz hem o olmadan yaşayabilir hem de yeni bir düzen kurabiliriz. 

Öyküyle benzerlik de burada bitiyor. İstediğimiz kadar bekleyelim, küçük kardeşimiz Zeus gelip, Kronos’u kusturup bizi kurtarmayacak. Ya da bizi yutan dev balık, Yunus peygamberi kustuğu gibi bizi de kusmayacak. Ya da avcının biri gelip, Kötü Kalpli Kurt’un karnını yarıp bizi ve büyükannemizi sağ salim çıkartmayacak.

Düzenin dışında bir dünya yok, dolayısıyla ne bir kurtarıcı gelecek ne de düzen kendi kendisini imha edecek. Onun karnını içeriden yarıp çıkmaktan başka bir kurtuluşumuz yok.   

İşte bu yüzden, bazılarımız, vicdan azabından deliye dönmek ya da kulaklarını çocuk çığlıklarına kapatıp şarkı söylemek yerine, sabır ve sebatla, umut ve kinle bıçak biliyor karanlıkta. Etrafınıza biraz bakarsanız, çakan kıvılcımları görürsünüz. Kulaklarınızı tıkamaz, biraz da dikkat kesilirseniz, çığlıkların arasında, taşa her sürtündüğünde biraz daha keskinleşen çeliğin sesini duyarsınız.

Kronos’un midesinde demirden çelikten bol bir şey yok. Kapın bir tane, gelin yanımıza. Bıçak bileyelim birlikte.

(Bu haftadan itibaren soL’da salıları buluşacağız. Haftaya, Cumhuriyet’in 101. kuruluş yıl dönümünde görüşmek üzere…)