Bir benzeri, komünizmin zamanında sosyal-demokrasiden kopuşuyla yaşanmıştı. Türkiye’de de sosyalizmi, devrimi düşünen, soldaki yersiz-yurtsuzluk statükosundan kopmak durumundadır.
Geçen haftaki yazıyı bitirirken, memlekette solculuğun AKP’nin demokratlığına duadan başını kaldırdıktan sonra sosyal demokrasi ile Kürt milliyetçiliği arasında sonsuz bir salınıma kapıldığını not etmiştim. Sol, siyasi iktidarı değil demokrasiyi aramaya takılırsa olacağı budur. Sonuç olarak kapitalizm içi bir demokratikleşmenin kimden bekleneceğini strateji zannetmeye kadar gelinmiştir. Tabii bir de, solculuğu, sosyal demokrasi ile Kürt milliyetçiliği arasındaki zorunlu mesafenin dolgu malzemesi yapmak isteyenler vardır…
Burayı geçeceğim. Ama geçerken keşke diyeceğim, solun zaafı demokrasicilikten ibaret kalsaydı!
Bu köşede strateji tartışmalarına dair solun tarihinden örnekler verdim. Ortak payda olarak demokrasiciliği paylaşan, ama birbiriyle karşıt konumlanan çeşitli deneyimlerin bir ortak özelliği daha olagelmiştir: Sol akımların büyük çoğunluğu, kim ne derse desin, Türkiyelidir. Türkiyeli idiler…
Kuruluşunda ve uzun yıllar boyunca Komintern gibi bir dünya partisinin Türkiye seksiyonu olarak kendini tanımlamış olan TKP geleneği Türkiyeliydi. Maoculuk bayağı etkili oldu, ama demokrasicilik yanlışına daha ağır hatalar da ekleyen Maocularımızın memleket toprağıyla bağlarını yadsıyamayız. Demokrasiyi ordudan bekleyenler oldu ve onlar da Türkiyeliydi. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerden ziyade gençlik hareketine dayanan, taşralı hatta kırsal karakterde sol hareketler oldu geçmişte. Bu hareketler devrim yoluyla da olsa demokrasi istiyorlardı ve Türkiyeliydiler. Ne kast ettiğimi biraz aşağıda açacağım.
Dünyada modern sol, görkemli bir burjuva devrim dalgasının çocuğudur. Burjuvazinin iktidar nimetlerine eli uzanır uzanmaz devrimciliğe devam edememesi tarihin yasası. İşte o koşullarda, devrimcilik boşa düşmemiş, başka toplumsal güçler tarafından bırakıldığı yerden alınıp taşınmıştır. Nöbeti devralan güçler arasında işçi sınıfı, devrimci fikirler arasında da Marksizm ayrıcalıklıdır. İşçi sınıfı ve Marksizm yalnızca en etkili aktörleri oluşturmazlar. İlericilik alanını biçimlendirirler de.
Burjuva devriminin özgürlük sloganı sınıfsal eşitsizliğe karşı bir çerçeveye oturtulmuştur. “Varsın eşit yaşamasınlar da özgür olsunlar” diye solculuk olmaz.
Burjuva devriminin ateşlediği ulus devletler süreci bağımsızlığın bir erdem olmasına taşınmıştır. Solculuk, çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu bir toplumun karar alma hakkına başka devletlerin el koymasını meşru göremez.
İnsanın dünyayı anlamasının ve değiştirmesinin mümkün olduğu iddiasıyla özetleyebileceğimiz Aydınlanma ile burjuvazinin ilişkisi üretim tekniklerini sömürü oranını arttıracak yönde geliştirmekten ibaret kalmış olabilir. Ama Aydınlanma öncesine öykünen solculuk olamaz.
Bu en genel çizgiler her somut örnekte yeniden biçimlenir, sosyal süreçlerin ve mücadelelerin içinden süzülür ve inceltilir. Türkiye’de de öyle olmuştur.
Türkiye’nin, iki doruğu 1908 ve 1923 olan uzun, geç ve özgün burjuva devrim sürecinin ve bu sürece emekçiler adına yapılmaya çalışılan politik müdahalelerin sonucunda modern bir solculuk-ilericilik alanı inşa olunmuştur. Bu alanın en kalın sınırlarını bağımsızlıkçılık, laisizm ve kamuculuk çizer. Solun geçmişini şu veya bu açıdan eleştirebiliriz ve eleştiriyoruz. Ama benim de bu köşede, daha yeni sosyalist iktidar perspektifinden yoksun olmakla eleştirdiğim solun, birkaç istisna dışında ayaklarını o çizgilerin içindeki alana bastığı kesindir. On yıllar boyunca sol antiemperyalist ve yurtsever, laik ve bu anlamda ilerici, cumhuriyetçi, kamucu ve halkçı olmuştur.
“Hepsi kapitalizm değil mi, ha Ankara’dan yönetilmiş ha başka bir başkentten” diyerek solcu olunamamıştır.
İnsanın kaderini kendi eline alamayacağına inanmayı ve bu doğrultuda gericiliğin yükseltilmesini kültürel zenginlik saymak sınırların dışında kalmıştır.
“Özelleştirme daha verimli olabilir”, “paran kadar sağlık, paran kadar eğitim” diyenin bizim alanımızda yeri olamamıştır.
Artık sol adına bu çizgilerin üstünde tepinilmektedir. Türkiye’yi değiştirmek için mücadele etmenin ön koşulu Türkiye’nin varlığını meşru kabul etmektir. Oysa bir süredir Osmanlı’yı daha özgürlükçü, Cumhuriyeti tarihsel arıza, dinselliği ve piyasacılığı insanın doğal hali sayan bir sol tanımında ısrar edilmektedir. “Değiştirmekten emekçilerin sosyalizmini değil burjuvaların demokrasisini anlıyorlar” diye eleştirmek bu ortamda neredeyse boşa düşüyor. Çünkü bu yeni solculuk, değiştirecek bir şey kalmamacasına “varsın yıkılsın” diyor!
Bu yeni solculuğun geçmiş kökenlerini kurcalamanın, bana sorarsanız gereği yok. Köklere sahip olmak, “buralı” olmayı gerektirir. Bu sol ise sömürü düzeninin çürümüşlüğünden beslenmiştir. Sözünü ettiğim akım yersiz-yurtsuzdur!
Yersiz-yurtsuzluğun solculuğa toptan ve kalıcı olarak el koyması elbette mümkün değildir. Ama şu an bu akıma ne ömür biçeceğimizden daha önemli olan nokta başka…
Karşımızda derin bir yarılma var. Hattın öte yakasını etkilemeye, geri kazanmaya çalışmanın nafile olduğu bir yarılma bu. Öyle ki, iki yaka arasında bir strateji tartışması yürütmenin koşulları yok. Hal böyleyse, gereken kopuştur. Bir benzeri, komünizmin zamanında sosyal-demokrasiden kopuşuyla yaşanmıştı. Türkiye’de de sosyalizmi, devrimi düşünen, soldaki yersiz-yurtsuzluk statükosundan kopmak durumundadır.