Halkları 'Kahrolsun İsrail!' kestirmeciliğiyle oyalamak İsrail’le ticaretten patlayasıya zenginleşen riyakâr siyasi akımların meşgalesi olabilir ancak. 

İsrail’i ne yapacağız?

Başlığı görüp slogan atacaklar, bela okuyacak, hakaret savuracaklar ya da antisemitizm devşirmeye kalkışacaklar için yazılmıyor bu yazı. İsrail’in, İsrail’de yaşayan halkların yazgısını belirleme iddiası da taşımıyor. Önünde sonunda bir gün yapacağımız, yapmak durumunda olduğumuz bir değerlendirmenin ön çalışması sayılabilir en fazla.

Diplomat eskisi olduğunuz zaman âdettendir, anlatmak istediğiniz konuya bir anekdotla girersiniz. Her seferinde değil belki ama çoğu zaman “Ben neler yaşadım, gördüm. Önemli tayinler yaptım. Anlatacaklarım doğrudur, önerilerim isabetlidir” deme anlamı da taşıyabilir. Yadırganmasın, hariciyecinin az ukalası pek makbul de değildir. Dünyayla bir şekilde hemhal olmuş, analiz yeteneğine sahip bir birey, mahallesini terk etmemişlere göre biraz daha birikimli olabilir ve asıl ayıplanması gereken bunu gizlemesidir. 

1994 yılının Ocak ayında İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann Türkiye’yi dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in daveti üzerine ziyaret etti. O dönem Dışişleri Bakanlığı’nın Protokol biriminde genç bir memurdum. Yanlış anımsamıyorsam İstanbul ve Şanlıurfa (GAP) ayakları da bulunan 4 günlük bir ziyaretti. İzleyen yıllarda farklı konumlarda birçok ziyaretin hazırlığında çalıştım ama Weizmann ziyareti öncesindeki gibi titiz bir hazırlığa bir daha rastlamadım. İsrail Büyükelçiliği Başkatibi, deyim yerindeyse protokol birimine iki ay önce kamp kurdu. Sonradan Türkiye’ye Büyükelçi olarak atanan ancak iki yıl sonra diplomatik usullerle pek de bağdaşmayacak şekilde kapı dışarı edilen Başkatip Eitan Naeh’i bütün o dönem boyunca eşimden daha fazla gördüm desem abartmış olmam. Her dakikanın üzerinden defalarca geçtik. 

Ziyaretin önemli ayaklarından biri elbette Çankaya’da Cumhurbaşkanı Demirel tarafından verilecek resmi yemekti. Masaya konacak her yemeğin “koşer” olması, yani Yahudiler bakımından “helâl” olması gerekiyordu. Bu nedenle, menü hazırlanırken her aşamada İstanbul’daki Hahambaşılıktan Ankara’ya gönderilen bir görevlinin onayı alındı. Eitan da Büyükelçisi de hazırlıklar boyunca yediğimiz yemeklerde böyle bir takıntıları olmadığını göstermişlerdi ama İsrail bir din devletiydi. Kendi ifadeleriyle resmi bir organizasyonda “haram” yemeleri mümkün değildi. Ziyaret başladı. Yemek aşamasına gelindi. Konuk ve ev sahibi heyetler salona yerleştiler. Servis başladı. Giriş öğününden ana yemeğe geçilirken masalara daha önce öngörülmeyen birtakım tabaklar gelmeye başladı: Karides, kalamar ve midye... Bunların tamamı Yahudi şeriatına göre “koşer olmayan” yiyeceklerdi. Aynı masada oturduğumuz Eitan’ın ellerini “bittik şimdi” ifadesiyle yüzüne kapadığını gördüm. Büyükelçi ise Weizman’a bakıyordu. Weizman bakışları ve gülümsemesiyle Büyükelçi’yi bir anlamda teskin etti ve yemek devam etti. Türkler, İsrail heyetinin büyük çoğunluğunun imrenen bakışları altında, masaya konan tabaklardaki deniz mahsullerini afiyetle tükettiler. Sonradan ortaya çıktı ki, normal koşullarda resmi ziyaretlere pek de müdahil olmayan Nazmiye Hanım, menüyü biraz zayıf bulmuş ve “zengin göstersin” diye düşünerek deniz mahsullerini son anda ilave ettirmiş.

Ziyaret bittikten sonra Weizman’ın bu meseleyi hiç önemsemediğini, buna karşılık Eitan da dahil birçok İsrailli’nin “Hahamlar yüzünden yiyemedik güzelim karidesleri” diye hayıflandıklarını biliyorum.

Birinci ders: Laiklik şart.

Bu anekdotla gülümsedik belki ama 2022 yılına geldiğimizde İsrail hiç de güldürmüyor. “Orta-Doğu’nun işleyen tek demokrasisi” tanımlaması bir şaka bile değil. Evet, seçimler yapılıyor. Hem de çok sık yapılıyor. Üstelik İsrail parlamentosu Knesset’te Filistinli siyasi oluşumlar  da var. Yeterli mi bu demokrasi olarak tanımlanmaya? İsrail’de oluşumu seçimlerle değişen hükümetler küçük farklarla aynı siyaseti uyguluyorlar. Irkçılık ve kolonizasyon. Filistinliler’in toprakları ellerinden alınıyor, zeytin ağaçları yakılıyor, göçe zorlanıyorlar, olur olmaz vesilelerle işkence görüyor, dövülüyor, öldürülüyorlar. Bize hiç de yabancı gelmemesi gereken yobaz toplulukların siyasal ve toplumsal ağırlığının her geçen gün arttığı, iktidar ortağı olduğu bir İsrail var karşımızda. Dinden de beslenen nefret ve şiddet sarmalında bir rejim.

Vicdanı olan herkesin rahatlıkla görebileceği gerçekleri uzun uzun sıralamaya gerek yok belki de ama bazı şeyler de göz ardı edilmemeli, hep hatırda tutulmalı. Kasım ayında yapılan ve eski Başbakan Netanyahu’nun önde bitirdiği İsrail’de yeni bir hükümet hazırlığı var. Netanyahu’nun seçimlerde ittifak yaptığı ve iktidar koalisyonunda yer alması beklenen “Yahudi Gücü” partisinin milletvekili Zvika Fogel bir İngiliz kanalına şöyle bir demeç vermiş: “Filistinlilere karşı gereğinden fazla merhamet gösteriyoruz. Bir İsrailli anne ağlayacağına bin Filistinli anne ağlasın.”

Irkçılık, faşizm, kendisinden olmayanı insan yerine koymama... Bunlar alışık olmadığımız tutumlar değil. Her gün yaşıyoruz. Aşırı sağın iki varyantının iktidarda olduğu Türkiye’de uzun zamandır bu anlayış olağanlaştırılıyor, teşvik ediliyor. Yalnız şöyle bir fark var. Dünya’ya demokrasi ve insan hakları dersi vermeyi görev edinmiş Emperyalist Batı’nın kurumları ve basın-yayın organları Türkiye’yi “demokrasi” olarak tanımlamıyor. İşlerine de geldiği için “seçimli otoriter rejim”, “rekabetçi otoriter düzen” gibi yaratıcı tanımları tercih ediyorlar. İsrail ise bütün bu eleştirilerden muaf. Çocukları öldürüyor, insanları kaybediyor, kapitalist düzenin en kutsal saydığı hak olan mülkiyet hakkına bile çöküyor gık yok. Bütün bunları yaparken de “Aydınlanma” bayraktarlığı yapma iddiasındaki Avrupa’nın gözlerinin içine baka baka dini referans almaktan çekinmiyor. 

Zamanı tam anımsamıyorum. Paris’te görev yaparken İsrail’in büyükelçisinin konuk olduğu bir radyo programı dinlemiştim. Yine Filistin karışmış, onlarca insan öldürülmüştü. Büyükelçi bir yerde “buralar bizim topraklarımız, kolonizasyon hakkımız” gibi bir lakırdı edince sunucu BM kararlarını hatırlatarak İsrail’in tanınmış sınırlarının belli olduğunu, Büyükelçi’nin bu sahiplik iddiasını neye dayandırdığını sordu. Büyükelçi’nin yanıtı özetle şöyleydi: “Tevrat’ta öyle yazıyor!” 

İkinci ders: Laiklik şart.

Peki bu İsrail’le ne yapacağız? İran’daki Molla rejiminin söylediği gibi haritadan silmeye mi kalkışacağız? Yoksa, başta ABD olmak üzere, emperyalist Batı’nın öngördüğü gibi, Orta-Doğu’da kafasına estiği gibi halkları kesip biçmesine, komşu ülkeleri bombalayıp işgal etmesine, bütün bu zulmü “kutsal” bir metne dayandırmasına sessiz, tepkisiz mi kalacağız ? Ya da bölgedeki meşruiyeti tartışmalı Arap monarşilerinin yolunu tutup “Ah Filistin, vah Kudüs” diye sızlanıp İsrail’in insanlık dışı rejimiyle kapı arkalarında iş mi bağlayacağız?

Şunu akılda tutalım: Sosyalistler bu konunun hiç de yabancısı değiller. Filistin mücadelesinin her aşamasında Türkiye Sosyalistleri’nin gerektiğinde kanlarıyla mühürledikleri bir tutum var. Filistin halkı vatansız bırakılamaz. Ancak iş bununla da bitmiyor.

Yahudiler insanlık tarihinin en kapsamlı ve acımasız soykırımına uğramış bir halk olarak neden bir yurt sahibi olamasınlar? Unutmayalım ki İsrail’in kuruluşunu en çok destekleyen ülkelerden biri de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ydi.  

Halkları “Kahrolsun İsrail!” kestirmeciliğiyle oyalamak İsrail’le ticaretten patlayasıya zenginleşen riyakâr siyasi akımların meşgalesi olabilir ancak. İsrailli emekçinin de en az Filistinli emekçi kadar insanca ve barış içinde yaşama hakkı var. Büyük insanlığı savunacaksak odağımıza bunu koymak zorundayız. 

İsmailağa veya Menzil nasıl Türkiye değilse, Şas veya “Yahudi Gücü” de İsrail değil. 

Üçüncü ve son ders: Sosyalizm de en az Laiklik kadar şart. Türkiye’ye de, İsrail’e de, Filistin’e de...

9 Aralık Cuma gün soL TV’de yayınlanan Dünya Çarkı programında (https://youtu.be/3RaMiCEySU0) TKP Parti Meclisi üyesi Aydemir Güler’le TKP’nin dış politika çözümlerini tartıştık. Bu kapsamda Sosyalist Türkiye’nin İsrail’e yaklaşımına da değindik. Eğer hâlâ izlemediyseniz bir göz atın derim.