Bizzat devlet olmadan, sonsuza kadar devlet şiddetine karşı durup politik kazanımlarınızı savunamazsınız. 

İşçi sınıfının demokrasiye katılımı meselesi

Pandemiden bu yana, zenginlerin zenginleşmesiyle yoksulların yoksullaşmasının eşzamanlı olarak gerçekleştiği ve devletin ekonomi yönetiminin bu sürecin ince ayarını yaptığı bir yağma dönemi yaşıyoruz. Geçtiğimiz pazar günü soL Haber’de yayınlanan Mehmet Tuna Doğan imzalı ekonomik analiz yazısına1 bakmadıysanız, şiddetle bakmanızı öneririm. Marksizmin kavram setinin sayısal veriler karşısında da gayet açıklayıcı ve kullanışlı olduğunun ispatı niteliğindeki bu çalışmada, pandemi itibariyle büyük ölçekli sanayi sermayesinde reel ücretler aşağı yukarı sabit kalırken reel kârların olağanüstü (altı kat) arttığı, dolayısıyla sömürü oranının (yani işçinin ürettiği ekonomik değerin ücreti dışındaki kısmının ücretine oranının) benzersiz düzeylere ulaştığı gösteriliyor. 

Bu çalışma, aynı zamanda “enflasyon artışının ücret artışlarından kaynaklandığını” savunan Özgür Demirtaş gibi liberal holding iktisatçılarının nasıl halkın yüzüne baka baka yalan söylediğini de gösteriyor. Zira sunulan bir diğer bulgu, ücret maliyetlerinin toplam maliyetler içerisindeki payı. Bu pay 2013’ten bu yana büyük sanayi kuruluşlarında neredeyse hiç %10’un üzerine çıkmamış ve bilhassa pandemiyle birlikte çarpıcı biçimde düşmüş. Yani enflasyonun dizginlerinden boşandığı yıllarda “şirketler ücret artışlarını fiyatlara yansıtıyor” denebilecek bir durum söz konusu değil. Fiyatları yukarı çeken iki büyük enflasyonist faktör var: Birincisi, yükselen dolar kuru nedeniyle artan yabancı girdi maliyetleri; ikincisi (ve daha önemlisi) meydanı boş bulmuş sermayenin kâr hırsı.

Giriş cümlesinde değindiğimiz “ince ayar” ise, yağmanın paylaşımıyla alakalı. Alıntıladığımız yazıda değiniliyor, ayrıca geçtiğimiz günlerde Twitter’da Menekşe Yılmaz da detaylıca yazdı2; Mehmet Şimşek programının özünde, sermayenin en tekelleşmiş kesimi olan (yerli ve yabancı) finans sermayesinin bu yağmadan (seçim sürecinde geciken) payını alması bulunuyor. Her iki yazar da (haklı biçimde) bu paylaşımın bir noktadan itibaren gerilimli olabileceğine işaret ediyor, ama bu gerilim pastanın daraldığı, yani yağmanın yavaşladığı durumda çıkar. Oysa rakalmlardan görüleceği üzere sanayi şirketlerinin brüt kârı 2023’te de artış göstermiş, yani pasta büyümeye devam etmiş; ama finans sektörü yükselen faizler yoluyla pastadan aldığı payı büyüttüğü için, net kârlar biraz (ISO 500 için %0,7, ISO 501-1000 için %1,2) azalmış.

Öte yandan bu paylaşım, bir yerden sonra işçi sınıfının “ölü emeğini”, yani sarf edilip karşılığı ödenmeyerek şirketlerin kârına dönüşmüş emeğini sırtlanların mı, akbabaların mı yiyeceğiyle ilgili. Biz ise canlı emeği zenginleştirmenin yolunu arıyoruz.

Ve bu arayışı biraz ilerlettiğimizde hemen düzenin sınırlarına dayanıyoruz. Görelim…

***

Üç hafta önce evrensel temel gelir konusunda yazdığım yazıda3 post-keynesci teorik çerçevede emekten yana bir duruşa sahip olan iktisatçılara yönelik bir çağrıda bulunmuştum. Bu çağrıya yanıt olarak İlhan Döğüş bir yazı4 kaleme aldı. Yazısında evrensel temel gelir önerisine yönelik eleştirilerde büyük ölçüde uzlaştığımızı belirten İlhan Bey, çözüm konusunda ise daha fazla tartışmamız gerektiğine işaret eden iki vurgu yapıyor. Bu vurgular şöyle: (1) Devletin demokratik olmadığı durumda devletçilik işçi sınıfının çıkarına değildir. (2) II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist ülkelerde işçi sınıfına yönelik Keynesci taviz politikaları Sovyetler Birliği’nin yarattığı basınç sonucunda uygulamaya konduysa (ki böyle), bugün sosyal refahı artıracak politikaları savunmak için devrim mi beklememiz gerekiyor?

Önce temel ayrışmamız olan demokrasi meselesini açayım. 

***

Kapitalist demokrasi ilk değil; insanlığın tarihinde çok sayıda demokrasi deneyimi oldu. Doğası gereği demokratik olan sınıfsız toplumları kenara koyup sınıflı toplumlara baktığımızda gördüğümüz şu: Bu toplumlarda devlet yönetimi demokratik olduğu durumda dahi bu demokrasi ezilen sınıfı dışarıda bırakmıştır, çünkü egemenliğin devamı için bu zorunludur. Köleler ya da toprağa bağlı köylülerin demokratik sistemin bir parçası olup kendi çıkarlarına uygun biçimde siyaset yaptıkları durumda egemenlik, kendisini yeniden tesis etmek için demokrasiyi (tipik olarak şiddet yoluyla) rafa kaldırmak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla kapitalizmden önceki demokrasi; (1) egemen sınıf ya da sınıfların iç çekişmelerinin düzenin istikrarını bozmayacak biçimde yürümesini sağlayan ve (2) ezilenlerden kopartılıp alınan zenginliklerin soylu egemenler ile yurttaş orta sınıf (ki, demokrasi kelimesinin kökeni olan demos ya da populus gibi kavramlar esasen bu kesimi tanımlıyordu) arasında nasıl paylaşılacağını belirleyen siyasi süreçlerdi.

Yani bu demokrasi, çıkarları düzenin devamından yana olan sınıflar arasında işleyen bir uzlaşabilir çıkarları uzlaştırma mekanizmasıydı. Uzlaşması mümkün olmayan çıkarlar (mesela köleler ve efendilerin çıkarları) arasındaki çatışma ise ancak egemen düzenin yıkılmasıyla kalıcı biçimde sükuta eriyordu.

Mesele şu: Modern demokrasi de farklı değil. O da kendi ezilen sınıfı olan işçi sınıfını dışarıda bırakmak zorundadır. Kapitalist toplumun kuruluş sürecinde yeni egemenler işçilere oy hakkı vermemek için uzun süre direnmiş ve bu doğrultuda çok büyük toplumsal mücadeleler yaşanmıştır. Sonunda işçi sınıfı bu hakkı kâğıt üzerinde elde etmiş, ama kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı her durumda (en bilinen örneği Şili’de Allende’nin seçildiği 1970 seçimleridir) siyasi kriz yaşanmış ve yerleşik düzen şiddet kullanılarak restore edilmiştir. 

Bunun sebebi açık olmalı: Kâğıt üzerinde artık ezilen işçi sınıfını da kapsayan “yurttaş”ların maddi eşitsizliğine dayalı sınıf egemenliği ile politik eşitliğine dayalı (olduğu iddia edilen) demokrasi arasında bir çelişki bulunuyor. Maddi anlamda egemen olan (yani toplumun olağan ekonomik işleyişi sonucu çalışanlar yoksul kalırken çalışmadan zenginleşen) sınıf, bu egemenliği sürdürmek ve çıkarlarını ilerletmek için, siyasi olarak da egemen olmak zorunda. Yani maddi egemenlik ile siyasi iktidar birbirinden ayrılamaz. Düzen açısından işçi sınıfının demokratik süreçlere katılımı, ancak kendi maddi çıkarlarını ilerletecek biçimde iktidara gelmediği, hatta bu doğrultuda siyaset yapmadığı müddetçe tolere edilebilir. Bu yüzden kapitalist demokrasi, egemen ideolojisiyle, sağ ve sol siyasi partileriyle, hatta çoğu zaman siyasette hangi taleplerin savunulup hangilerinin savunulamayacağını belirleyen yasalarıyla, işçi sınıfının kendisi için siyaset yapmasını engellemek üzerine kurulmuştur. 

Dolayısıyla burjuva demokrasisinin, kapitalizmin olgunlaştığı ve sermaye birikim süreçlerini artık önemli ölçüde başka ülkelerdeki işçi sınıfının sırtından gerçekleştiren emperyalist sermayenin yoğunlaştığı ülkelerde işliyor olması tesadüf değil. Bu ülkelerde orta sınıf, yani mevcut düzende maddi açıdan sürdürülebilir bir hayat yaşayan toplumsal katman, yoksul ülkelere göre çok daha geniştir. Dolayısıyla, örneğin, Hollanda’da sermayedarlar ile onların hesabına çalışan işçilerin çıkarlarını uzlaştırmak, bu işçilerin önemli bir kısmının da hali vakti yerinde olduğu için, aynı şeyi Hindistan’da, Endonezya’da ya da Türkiye’de yapmaktan çok daha olanaklıdır. 

Bu nedenle bir uygarlık ya da politik gelişkinlik kriteri olarak kuzey ve batı Avrupa demokrasilerine bakmak abestir. O demokrasiler dünyanın geri kalanından çalınmış ve her gün çalınmaya devam edilen zenginlikler üzerine kuruludur. Kaldı ki, bu ülkelerde dahi egemen sınıf dışındaki sınıflar kendi çıkarlarını etkin biçimde demokratik yollardan savunmaya başladığında devlet şiddeti hemen devreye sokulmaktadır.

Buradan şu sonuç çıkar: Sınıf egemenliğinin bulunduğu bir toplumda demokrasinin ezilenlerin çıkarına işlemesinin birden fazla koşulu vardır: Birincisi, ezilen sınıf temsili demokratik süreçleri egemen ideolojiye rağmen kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalı ve ikincisi, bunun devamında elde ettiği başarıları doğrudan demokratik yollarla (yani düzenin şiddet tehdidine karşı şiddet tehdidi ile yanıt vererek) savunmalıdır. 

Ne var ki, bu bile kalıcı değildir. Bizzat devlet olmadan, sonsuza kadar devlet şiddetine karşı durup politik kazanımlarınızı savunamazsınız. 

***

Bu da bizi İlhan Bey’in ikinci vurgusuna getiriyor: Sosyal refahı artıracak politikaları savunmak için devrim mi beklemeliyiz?

Neoliberalizm tarafından ortadan kaldırılmış olan Keynesci refah politikaları işçi sınıfının ekonomik kazanımlarıydı. Yani politik açıdan bunların kıdem tazminatı, yıllık ücretli izin gibi kazanımlardan bir farkı yoktu. Bugün sermaye sınıfı, politik açıdan mümkün olduğunu düşündüğü anda mevcut kazanımlara da saldıracaktır; nitekim kıdem tazminatına göz diktiklerini biliyoruz. O zaman şunu söyleyebiliriz: Ekonomik kazanımlar da politik kazanımlar gibidir, eğer kaybetmek istenmiyorsa başında nöbet tutmak gerekir.

Türkiye’de son dört yılda işçi sınıfının ekonomik çıkarlarına yönelik, sermaye sınıfını tarihte eşine az rastlanır boyutta zenginleştirmiş olan saldırının yapılabilmiş olmasının temel sebebi, işçi sınıfının düzene hemen hiçbir tehdit oluşturamamış olmasıdır.

Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki ilişki bir savaştır. Savaşta kimi taktik ya da stratejik ara hedefleriniz olabilir, ama savaşı yürütürken bu hedeflerinizi düşmanla paylaşmaz, “ben mevziimi on metre kadar ilerletmeyi hedefliyorum, bu benim için yeterli” demezsiniz. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından nihai hedef düşmanın, yani sermaye sınıfının mülksüzleştirilmesi, dolayısıyla ortadan kaldırılmasıdır ve işçi sınıfı ancak bu hedefe doğru mobilize olmuş halde politik ve/veya ekonomik kazanımları hem elde edip hem de koruyabilir.

Dolayısıyla İlhan Bey’in sorusuna vereceğim yanıt “hayır.” Refah politikalarını savunmak için devrimi beklemeye gerek yok. Ama bu politikaların gerçekçi biçimde talep edilebilmesi için düzene tehdit oluşturan, basınç yaratan güçlü bir devrimci mücadelenin varlığına ihtiyaç var. Yoksulların çıkarlarından yana olan herkes bu yüzden komünistleri kendilerine müttefik olarak görmeli. Örneğin, komünistler günlerdir Türkiye’nin en büyük sömürücülerinin; Koç, Sabancı, Zorlu, Yıldız, Anadolu Holdingin kapısına dayanıyor, “Kemer sıkmayacağız, şirketlere ve kârlarına el koyacağız!” diyor. Yoksulların çıkarlarından yana olan herkes, bu çağrıya destek vermeli.