Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.

İngiltere, Irkçılık, Musk

İngiltere göçmenleri hedef alan ırkçı saldırılarla gündemimize düştü. İktidara geleli henüz birkaç hafta olmuş İşçi Partisi’nin, iktidarda kalma sınavı olarak da görülen bu erken dönemde yaşananlara verdiği ilk reflekslerden süreci yönetmekte zorlandığı anlaşılıyor. 

Katledilen üç çocuğun failinin göçmen olduğu bilgisiyle harekete geçen faşist bir güruhu “katil müslüman değildi” diyerek kontrol altında tutmaya çalışmalarını başka neyle açıklanabilir ki? Bu kitleyi katilin Ruanda asıllı ama Galler doğumlu olduğu üzerinden ikna edeceklerini veya sakinleştireceklerini mi düşünüyorlardı gerçekten?

Tarihsel ve güncel misyonu ile ismi arasında paralellik bulunmayan İşçi Partisi’nin yaklaşımında  acz olup olmadığını bir kenara bırakalım. Mesele bizim açımızdan insanlık suçuna konu oluşturan bir eylemin, katilin göçmen olmadığı savunusuyla göğüslenmeye çalışılması.

Irkçı bir topluluğun hareket dinamiklerinin yalnızca rasyonel temellere dayanmadığı en az bizimki kadar burjuvazinin de kolektif belleğinde yer alıyor. Konunun kitle psikolojisiyle ilgili boyutu üzerinde durmak bir tercih olabilir. Ama fotoğrafın bütününü anlamakta yetersiz kalır. Nitekim benzer bir olay henüz birkaç hafta önce ülkemizde yaşandığında, ağırlıkla Birikim yazarlarının kitle davranışı ve linç kültürü üzerine sosyolojik analizlerinin dolaşıma girmesi meseleyi anlamayı ve sağlıklı bir yanıt geliştirmeyi kolaylaştırmadı. Sermaye sınıfının ihtiyaçlarının göçmen sorununu getirdiği boyut, faşist hareketlerin yönlendirilme dinamikleri, dış politika başta olmak üzere sorunun çok boyutlu siyasi neden ve sonuçları anlamaya ve açıklamaya yetmedi.

Aslında mesele eşitsizliklerin nasıl meşrulaştırıldığı ile ilişkili. İngiltere’deki saldırılar ırkçı ideolojinin mantıki sonucuna bir örnek. Bir kez etnik farklılıkların toplumsal eşitsizlikler için meşru bir kriter olduğu kabullenilince, bunun üzerinde yükselen saldırganlığı kazanılmış haklar, vatandaşlık bağı, ortak tarih gibi gerekçelerle baskılamaya çalışmanın bir sınırı var.

Kaldı ki öyle olmasa ne fark eder? Çağdaş Gökbel dün soL’daki köşesinde “yakalanan şahıs müslüman olsaydı ne olurdu” diye sorarak “medeniyetin beşiğinde” yaşanan çürüme ve çöküntüyü işaret etmekte çok haklı.

Bu açıdan bizdeki kadrolu faşistlerin yaptığı millet tanımlarının bir yerden sonra gerçek hayatta  bir karşılığının olmadığı bilinmeli. Türkçe konuşan siyah yurttaşlar ırkçı siyasetçiler tarafından bir sempati unsuru olarak sosyal medya malzemesi edilebilir ancak iş ciddiye bindiğinde ırkçı bir ayaklanmayı frenleyebilecek olan bu halkla ilişkiler unsurları olmayacak.

Türkiye’de de İngiltere’de de kendiliğinden olamayacak kadar örgütlü faşist unsurlarla ilişkili olduğu anlaşılan ve bir noktadan sonra kontrolden çıkma eğilimi gösteren bu eylemliliklerde kitlenin önüne geçip önce hedef aldıkları kişilerin kimlik kartlarını sormaları ya da dil bilgilerini teste tabi tutmaları mı istenecek? Peki ya testten geçemezlerse? O zaman öfkelerini doğru yere yönlendirdikleri mi varsayılacak?

Irkçılıkla pazarlık olmaz.

İngiltere’deki hükümetin buradan ne ders çıkaracağını göreceğiz. Ancak bu akıl dışı tablonun yalnızca yönetilmesindeki zorluklara odaklanarak iktidar açısından göçmen sorununu yönetmeye olabilecek katkısını yadsımayalım.

Muhafazakar parti döneminde sorunun yönetiminde başvurulan çözüm, göçmenleri Ruanda’ya göndermek olmuştu. Emperyalist ülkelerin “kriz ihracı”na yaratıcı bir örnek olan uygulamanın gündemden düşürülmesi ise yeni hükümetin ilk hamlelerinden biriydi. Bunun başlıca nedeni, bu yüksek maliyetli göçmen transferi için ayrılan kaynakları, içeride sosyal devletin tamamen çöküşünün yarattığı toplumsal çatlaklara pansuman için kullanma düşüncesi.

Bu bir anlamıyla İngiltere açısından göçmen sorununun yerinde yönetimi demek. Sermaye iktidarı açısından en sorunsuz şekilde yürütülmek istenen bu sürecin iki ayağı var. İlki elbette göçmenlerin ülkeye varışını önlemek. Brexit’ten sonra AB ile ilk kez bu kadar yakınlaşan ilişkilerin bir konusu da bu. Adına Geri Kabul Anlaşması denen aşağılamayı AB nasıl doğusundaki ülkelere dayatıyorsa İngiltere de daha usturuplu bir biçimde diğer AB ülkeleriyle benzer bir mutabakata varmak istiyor.  Amaç İngiltere’ye düzensiz giriş yapan göçmenlerin geldikleri son durak ülkelerine geri gönderilmesi. 

Ama bir de artık bu aşamayı çoktan geçmiş olan bir göçmen nüfus var. İngiltere’de çalışma yaşında bulunan nüfusun yaklaşık yüzde 72’sini beyaz Britanyalılar oluşturuyor. Kalan yüzde 28’in ise İngiliz vatandaşı olup olmadıklarının, son örnekte olduğu gibi, ırkçı saldırıların faili faşist gruplar açısından bir önemi yok. Yani bir yerde tamamı hedefte. Dolayısıyla bu ırkçı hezeyan yönetilebildiği oranda, daha yaygın bir şiddetin provası görünümünde, artık işçi sınıfının kalıcı bir parçası haline gelmiş geniş bir kesimi, hayat koşullarının işçiler için topyekün zorlaştığı ve hoşnutsuzlukların arttığı bir ortamda baskı altında tutmanın iyi bir yoluna benziyor.

Yaşananları bu açıdan emperyalist aktörlerin ikiyüzlülük ve riyakarlıklarına yeni bir örnek olarak bir kenara yazabiliriz. Bir bölümü hayatlarını tehlikeye atarak sınırlarına ulaşmış olan insanları tepesinde yer aldığın bu adaletsiz dünya sisteminde payına yoksulluk düşen bir ülkeye atmaya çalışacaksın; sonra bu planı, tek kriterin yol açtığı ek maliyet olduğu bir değerlendirmeye tabi tutarak gözden geçireceksin; ortaya çıkmasında rolün olan göçmen sorununun sonuçlarından kendini korumak için emperyalistler tarafından çıkarlarınca delik deşik edilen sınırları yine onlar lehine korumak için devreye sokulan şirketlere başvuracaksın. Sonra da göçmenleri hedef alan bir saldırının tek suçlusu olarak birer kukla gibi hareket eden faşist örgütlenmeleri ve sosyal medya platformlarını işaret edeceksin. Oysa faşist örgütlenmelerin cesaret aldığı yer bu tablonun ta kendisi. Bunun adı da suç ortaklığı.

Bu suça batmış düzende artık kaotik hale gelmiş süreçleri mümkün olduğunca bir yerinden tutup kendi lehlerine yönetmeye çalışan aktörler var. Durum tüm dünyada bu. Kimse başını sonunu bildiği bir yolda önceden planlanmış hamlelerle ilerlemiyor. Dünya düzeni buna izin vermeyecek kadar kırılganlaştı. Dünya düzenini tepesindeki aktörler bunu beceremeyecek kadar iç bütünlükten yoksun. Dolayısıyla İngiltere’deki sermaye iktidarının bu süreci sonuçları itibariyle lehine çevirip çevirmeyeceğini süreç belirleyecek.

Bu noktada X için bir parantez. Birkaç gündür, sadece İngiltere hükümetiyle sınırlı olmayıp batı medyasında geniş bir yelpazeye yayılan bir biçimde, sosyal medyanın yanlış bilgilerin yayılmasında ve ırkçı örgütlenmelerdeki rolü üzerine keşif üzerine keşif yapılıyor. Ve böylece yine emperyalizmin iki yüzlülüğün en yüksek tonlarından birine tanıklık ediyoruz. Okların, son dönemde Trump’a arka çıkmasıyla anılan Elon Musk’a çevrilmesi ABD seçimleri öncesinde örtülü ve açık taraflaşmaların bir uzantısı. Samimiyetsizlik ise tekeller tarafından yönlendirilen, daha doğrusu kendisi birer tekel haline gelmiş sosyal medya platformlarının şimdiye dek renkli devrim girişimlerinden başta Küba olmak üzere karşı devrimci ayaklanmalara kadar birçok gerici örgütlenmeye adres olduğunda görmezden gelinirken şimdi hedefe oturtulmuş olmasında.

Elon Musk bu tablonun nedeni değil, bu düzenin yarattığı kural tanımaz ve küstah patronlardan bir tanesi. Siyasal alanda yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada kurumların yerini kişilere bıraktığı bir yönelimin ağır bastığının altını çiziyoruz bir süredir. Bu aktörler siyasetçiler olduğu kadar doğrudan sermaye sahiplerinin kendisi de oluyor. Musk, bu isimler arasında, elinde kamuoyu algısına yön verme konusunda çok ciddi bir araç bulundurduğu ve siyasete yön verme konusunda açık ve kaba bir biçimde inisiyatif aldığı için sınıftaşları arasında öne çıkıyor. 

İngiltere topraklarında anti-faşist damar kıta Avrupası ile kıyaslandığında daha dar bir toplumsal tabana yaslanıyor belki ama tarihsel olarak ihmal edilmemesi gereken bir etkiye sahip. Üstelik köklü işçi sınıfı mücadele geleneği ile büyük ölçüde harmanlanmış durumda. Bu çok aktörlü ve kaotik tablodan çıkışın yolunu tartışırken işçi sınıfının bu mücadele geleneğini ve kültürel birikimini hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.