Doktora eğitimi sırasında Kalkınma İktisadı dersini aldım ondan. Üç doktora öğrencisi idik dersi alan. Geniş ve zengin bir okuma listesi vardı.

Fikret Hoca’ya…

Kant ahlakın akli bir meleke olduğunu belirtmişti; pratik akıl ahlakı dayatıyordu. Kısacası ahlak içsel bir durumdu ona göre. Dışsal olmadığı için ahlak göreli değil, mutlak bir durumdu. Kıyasa yer yoktu; hesapçılığa, kitapçılığa ve şirin görünme güdüsüne yer yoktu.

Fikret Hoca hem ahlaklı hem de vicdanlı bir aydındı. Ahlaki erdemlerimizin hasat edildiği bir zamanda “henüz umut var” dedirten türden bir insandı. Üstelik bu onun varoluşuydu gerçekten; kimseye bir şey kanıtlamak gibi bir derdi yoktu. Erdemli, ahlaklıydı; o kadar. Ahlaklı olduğunu bilmek galiba onu sürekli olarak mutlu kılıyordu. Bu sebepten sıcak bir gülümsemenin eksik olmadığı huzurlu bir varoluştu onunkisi.1 Ben bu kadar içten ve bu kadar yapmacıksız gülümseyen çok az kimseyle karşılaştım.

Doktora eğitimi sırasında Kalkınma İktisadı dersini aldım ondan. Üç doktora öğrencisi idik dersi alan. Geniş ve zengin bir okuma listesi vardı. Liste kalkınma sorunsalını ele alan, geçmişe derinlikli bir bakışı içeren ve dönemin temel dinamiklerini kapsayan uzun bir listeydi. O listede bulunan okumalardan pek çok şey öğrendim. Ancak onlardan daha çok Fikret Hoca’dan öğrendim. Üç öğrenciyi birleştirip üç saatlik dersi bir kerede yapabilirdi. O, bunun yerine her birimize ayrı üçer saatlik ders yaptı her hafta. Böylece ömrü hayatında hiç özel ders almamış biri olarak ilk defa özel ve güzel bir ders almış oldum. Hocam haftada dokuz saatlik dersten bıkmadı; her birimize ayrı ayrı, ve fakat aynı düzeyde yüksek bir heyecanla anlattı. Kapitalist kalkınması çuvallamış bir ülkede kalkınmayı arıyordu. Derslerde bu arayışa bizi de ortak etti.

Derse başlamadan önce çayları söyleyelim derdi.  Sonra karşılıklı konuşmaya başlardık. Şimdi hasbelkader hocalığı deneyimlerken o dersten sadece kuramsal bilgi almadığımı, hocalık etiği konusunda da eğitildiğimi anlıyorum. Hocam bunu çaktırmadan yapmıştı. O öyleydi; gözünüze sokmazdı. Üst perdeden ahkâm keserek değil, öğretmen-öğrenci asimetrisinin getirdiği hegemonya üzerinden değil, ortaklaştırarak becermişti bunu. Hikmetine ve ferasetine ulaşmamızın imkânı yoktu; ama sanki eşitiymişiz gibi tartışırdı bizimle. Şimdi anlıyorum ki tartışırken eğitirmiş bizi.

Gerçekten kibar ve hoşgörülüydü. Ama bu nitelikleri de varoluşuna aitti hocanın. Zorlamazdı kendisini, öyleydi; kibar, güler yüzlü ve sıcak. Mütevazi idi; çok önemli ve hacimli bir külliyat yaratmıştı, ama sanki hâlâ öğrenmeye aç bir öğrenci gibiydi Fikret Hoca.  Hocamın öğrenme isteği bir öğrencininki kadar canlı idi. Öğrendikçe şaşırır ve sevinirdi; mesleki deformasyona uğramadığının göstergesiydi. İlk dersine girdiğinde heyecanlanmıştı herhalde her birimiz gibi. Ben ondan ders aldığımda konusunun uzmanı ve duayeniydi, ama ilginçtir, hâlâ heyecanlanıyordu. O zamanlar ondaki kadar heyecana sahip olabilmeyi çok istediğimi anımsıyorum.

Derslerini iple çektiğimi hatırlıyorum. Dersin ana teması azgelişmiş kapitalist ülkelerdeki kalkınma deneyimleriydi. O zamanlarda tüm kalkınma yazını sahnenin en önüne Asya Kaplanları denen G. Kore’yi, Tayvan’ı, Hong Kong’u ve Singapur’u koymuştu. Nitekim bizimle yaptığı dersin ana ekseni de Türkiye ve Latin Amerika’daki kapitalist kalkınma deneyimlerinin Asyalı Kaplanların kalkınma deneyimleriyle karşılaştırmalı analiziydi.  Biz ve Latinler başarısız, Asyalılar ise başarılıydı. Tüm yazın bunun nedenlerini araştırıyordu. Hocama söylemedim, ama ben bizimki gibi ülkeler için kapitalist kalkınmanın imkânsızlığına o derste karar vermiştim.

G.Kore deneyimi o zamanlar solcu ve muhalif iktisatçılar için bir dert kaynağıydı. Bu dert hocaya da nüfuz eylemişti. G. Kore o vakitlerde küresel hakimiyetini ilan etmiş bulunan sermayenin kaba programındaki adımların tam da tersini atarak zincirleri kırmış gibi görünüyordu; ki bu olgu onu özellikle kalkınma iktisatçıları için sihirli ve gizemli kılmaktaydı. Ancak diğer taraftan yarı askeri faşizan bir rejimdi ve işçi sınıfı ile yoksul halk kesimleri açısından bir inferno idi, cehennemdi. Hocam ile derste bunu çok tartıştığımızı hatırlıyorum. Hocam iyimserdi, ben ise pek kötümser. Ondaki iyimserliğe imrenirdim.

Kalkınmayı arıyordu, istiyordu. Bu arayış bir iktisatçının kör gözlü merakından kaynaklanmıyordu, bu yoksul halk için üzülüyordu. Bir derste hafta içi iş vakti Kızılay’da boş boş gezinen genç kitlenin işsizliğinden ve umutsuzluğundan bahsetmişti; bu dert sahibi halkın iyi bir kalkınma stratejisiyle umuda yeniden kavuşabileceğine inanıyordu. İnancına imrenmiştim.

Bu istek bir iktisatçının deforme olmuş iştahından da kaynaklanmıyordu. Çiğdem Boz ile yaptığı uzun ve güzel söyleşide bu isteğin nereden kaynaklandığı kendisi açıklamıştı. Orta halli bir kentteki orta halli bir memur ailesinin çocuğuydu. Liseden sonra devlet bursuyla İngiltere’ye gitmiş ve İngiltere’de lisans, yüksek lisan ve doktora eğitimlerini tamamlamıştı. Bu dönemi anlatırken 10 yıllık İngiltere eğitiminin bu yoksul halkın kıt döviz kaynaklarıyla finanse edildiğini ima etmiş ve bunu hiç unutmayacağını eklemişti. Hocam borcunu hiç unutmadı. Borçluluk her zaman kötü bir durum değildir; Fikret Hoca borcunu aydın ve sorumlu iktisatçılar yetiştirmeye çalışarak ödedi. Fazlasıyla ödedi. Hatta artık biz ona borçluyuz galiba.

Olmadı hocam, gitmeyecektin. Sol jargona yerleşmiş olan ve her gidenin arkasından kendimizi avutmak için kullandığımız şu melun ifade –bir gider, bin geliriz – yok hükmündedir. Öyle olmuyor işte. Bir gidince bin gelmiyoruz; bir gidince bir eksiliyoruz, o kadar. Eksildik yine. Her şey için çok teşekkürler hocam.

  • 1. O sıcak gülümsemesi sadece Fenerbahçe yenildiğinde silinir gibi oluyordu.