Emeğin kurtuluşundan, eşitlik ve özgürlükten yana olanlar öncelikle ETG’nin “tekelci sermaye tarafından ve kendi çıkarları için” öne sürülen bir proje olduğunun altını çizmelidir.

‘Evrensel temel gelir’ tartışması üzerine

Sermaye düzenini övmeyi ve onun tüm suçlarını aklamayı meslek edinmiş entelektüellerin sık tekrarladığı iddialardan biri şudur: Kapitalizm eşitsizliği artırıyor olabilir ama yarattığı büyük üretkenlik artışı sayesinde, bugün olmasa bile makul bir gelecekte en yoksul insana dahi insani açıdan kabul edilebilir bir yaşam standardı sağlayacaktır.

Bu iddia, kapitalist gelişmenin insanlık tarihinin gördüğü en eşitsiz gelir ve servet dağılımını yaratıyor olması çelişkisini hafifletme amacıyla tekrarlanır. Zira halklar yoksulluğu sineye çekebilir; ama bir yandan egemenler sefahat içinde yaşıyor ve bunu sergiliyorsa öfke birikir.

Burjuva iktisat biliminin sol ve sağ kanadında bu çelişkiye yönelik farklı teorik açılımlar ve politika önerileri bulunur. Liberal ekol özünde serbest piyasanın herkes için mümkün olan en iyi sonucu vereceğini savunur ve bu uydurmanın üzerine döneme uygun bir ideolojik kılıf geçirir. Örneğin 1980’lerin başında neoliberalizm sosyal devleti kökten reddederken, ABD’de Reagan yönetimi “aşağı sızma ekonomisi” diye bir kavram uydurmuştu. Buna göre, vergileri düşürerek zenginleri daha zengin yaptığınızda, zenginlerin harcamalarında yaşanacak artıştan yoksullar da nasiplenecek ve genel bir refah artışı olacaktı.

Piyasanın sorunu kendiliğinden çözmeyeceği ve mümkün olan en iyi sonucu vermeyeceğini savunan ekoller ise esasen gelir eşitsizliğini düzeltmeye yönelik devlet müdahaleleri önerirler. Yazımızın konusu olan Evrensel Temel Gelir (ETG), bu yöndeki son önerilerden birisi. Çeşitli varyantları olmakla beraber bu öneri, devletin tüm vatandaşlara, asgari bir insani yaşam standardını sağlayacak düzeyde parayı her ay düzenli olarak aktarmasını öngörüyor.

İlk bakışta zannedileceğinin aksine, bu öneri birtakım “emekten yana” iktisatçıların iyi niyetli bir temennisinden ibaret değil. Sermaye sınıfının bir bölümü bu öneriyi aktif biçimde savunuyor. Örneğin her yıl Davos Zirvesi’ni düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu ETG’yi en güçlü biçimde propaganda eden sermaye örgütü olarak öne çıkıyor. Dahası, sermaye sınıfının yalnızca çıkarları geleneksel olarak düzen solu tarafından temsil edilen kesimleri değil, Elon Musk gibi liberal-muhafazakâr sağcı kimi patronlar da bu öneriyi destekliyor.

Ortada salt bir sosyal devlet tartışması var gibi görünse de, tartışmanın taraflarının politik beklentileri hiç basit değil. Dolayısıyla konuyu ciddiye almamız ve detaylı biçimde incelememiz gerekiyor.

***

Birinci ara saptamamız şu: (1)ETG esasen ABD ve Batı Avrupa’da, yani emperyalist sistemin sermaye yoğun merkezinde tartışılıyor.

Sosyal devlet uygulamaları iki durumda düzenin gündemine gelir. Ya devrimci siyaset işçi sınıfı saflarında çok yaygınlaşmıştır ve düzen refahı artırarak karşı saldırı için zaman kazanmaya çalışıyordur; ya da eşitsizlik ve/veya yoksulluk çok derinleşmiştir ve düzen sosyal patlamalardan ya da kitlesel göç ve benzeri çöküntülerden kaçınmak istiyordur.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana geçen otuz küsur yılda emperyalist ülkelerde devrimci örgütlenmenin çok irtifa kaybettiğini dikkate aldığımızda, ikinci ara saptamamız şu: (2)ETG tartışmasının temel motivasyonunu devrim tehdidi değil sosyal patlama ihtimali oluşturuyor. Nitekim ABD’de Black Lives Matter ya da Fransa’da Sarı Yelekliler eylemlerinde gördüğümüz, yaşananların öncesinde de sonrasında da devrimci örgütlenmenin büyük bir sıçrama yapmadığı ama eylemlerin düzenin işleyişini sekteye uğratacak derecede şiddetli olduğuydu.

Öte yandan, sosyal patlamalar ya da çöküntüler devrimci olanaklar yaratabilir ama kendiliğinden devrimci değildir. Dahası, sermaye sınıfı giderek kitle hareketlerini yönlendirme konusunda maharet kazanmaktadır. Dolayısıyla ETG tartışmasının, bütünlüklü bir tehdit algısından ziyade sermaye sınıfı içerisindeki pozisyon farklılıklarından kaynaklandığını düşünmek daha mantıklıdır.

Bu ayrıma yakından baktığımızda şunu saptayabiliyoruz: (3)ETG’nin sermayedar destekçileri ağırlıklı olarak Bill Gates, Elon Musk, Robert Walton (Walmart), Jeff Bezos (Amazon), Mark Zuckerberg (Facebook-Meta) gibi emperyalist tekelleşmenin soğuk savaş sonrası döneminde öne çıkan figürlerden oluşuyor. Bu kesimin ortak özelliği, sermayelerini esasen ucuz işgücü değil, artan mal ve hizmet tüketimi sayesinde biriktiriyor olmaları. Hatta bazıları hiçbir şey üretmiyor. ETG önerisinin karşısında ise en net biçimde düzenin geleneksel liberal-muhafazakâr sağın çoğunluğu, çok basit ve temel bir argümanla duruyor: “İnsanlara havadan para verirsen çalışmak zorunda kalmazlar.” Bu argüman, diğer tarafın temel motivasyonunun ucuz işgücüne dayalı üretim yoluyla kârlılık olduğunu da gösteriyor.

Bir not daha düşelim. ETG’nin burjuva destekçilerinin sıkça altını çizdiği bir olgu da, “ayda bir insanların hesabına para yatırmanın 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sosyal devlet uygulamalarına göre çok daha az bürokratik olduğu, devleti büyütmeyeceği.”1 Zaten liberal-muhafazakâr sağın bir bölümü bu argümana ikna oluyor. Yani (4)ETG, aynı zamanda geleneksel sosyal devlet mekanizmalarına, örneğin kamusal eğitim ve sağlığa alternatif olarak (ve kuşkusuz yerleşiklik kazandıkça onları tasfiye edecek biçimde) savunuluyor.

Emperyalist batı ülkelerindeki aşırı sermaye birikimi bir süredir talep sorunu yaşıyor ve şu ana kadar bu sorun hane halkı borçlandırılarak ertelendi. 2008 krizi bu ertelemenin sistemin nasıl patlayıcı biçimde çelişki biriktirmesine yol açtığını gösterdi, ama buna rağmen halen ellerinde başka bir çözüm yok. Halihazırda bu ülkelerin tamamında hane halkı borç birikimi milli gelirin yüzde ellisinin, bazılarında yüzde yüzünün üzerinde seyrediyor2 ve bu, içinden geçtiğimiz gibi faizlerin görece yüksek seyrettiği dönemlerde tüketim üzerinde ekstra bir basınç yaratıyor. (5)ETG, bu borca dayalı tüketim çıkmazına da bir çözüm olarak öneriliyor.

Son olarak, şunu da kolaylıkla söyleyebiliyoruz: (6)ETG, “evrensel” falan değil ulusal olarak, sadece vatandaşları kapsayacak biçimde öneriliyor.

Buraya kadarki ara saptamalarımızdan yola çıkarak, temel argümanımızı şu şekilde öne sürebiliriz: Evrensel temel gelir; emperyalist sermayenin en zenginleri tarafından öne sürülen, emperyalist merkezlerde yüksek tüketimin devasa borç yığınları yaratmadan ve devletin sosyal karakterini güçlendirmeden (bilhassa da onu mal ve hizmet üretimi alanına sokmadan) sürdürülebilmesini, böylece bir kez daha 1960-70’lerdeki gibi bir “orta sınıf toplumu” yaratılmasını hedefleyen bir politika önerisidir.

***

Peki, tüm bu çerçevede Türkiye’de mücadele eden sosyalistlerin tavrı ne olmalı? Zira henüz uygulaması olmasa da gürültüsü çok yüksek, yaygın biçimde tartışılan ve Türkiye’de de görece kentli ve eğitimli kesimde büyük heyecan uyandıran, kayıtsız kalınamayacak ve “bizi ilgilendirmiyor” denip geçilemeyecek bir mesele ile karşı karşıyayız.

Türkiye’de sermaye cephesinde açıkça ETG savunan pek yok, olsa da bu öngörülebilir gelecekte en fazla Ali Koç’un 2015’teki G-20 zirvesindeki konuşmaya benzer bir biçimde, salt ideolojik çerçevede olması beklenmeli. Türkiye sermayesi, birikimini sürdürmek için yurt içinde ucuz emeğe yaslanmak durumunda. Ayrıca 22 yıllık AKP iktidarı boyunca sosyal devletin sadaka devletine dönüştürülmesi ve bu fonksiyonun bir ölçüde tarikatlara devredilmesine dayalı modeli işlerliğini koruyor. Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfının konuya yaklaşımı, esasen sevgili Anıl Çınar’ın geçtiğimiz pazartesi günü yayınlanan yazısında, onun en önemli temsilcilerinden birinden alıntıladığı gibi ve batıdaki klasik liberal-muhafazakâr pozisyonla aynı:

"(...)insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. Herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kastedilmemektedir. 'Güvence' muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır."3

Kendisini sosyalist sayan ama sosyal demokrasinin gölgesinde yaşayan solcular, burjuvazinin bu pozisyonundan da yola çıkarak konuya “yetmez ama evet” kolaycılığıyla yaklaşıyor. Düzenin halihazırda güncel politika yelpazesine dahi almadığı bir şeyi düzenle bağları kesmeden savunmanın zorunlu olarak etkisizlikle sonuçlanacak bir çelişki olması bir yana; düzenin sol eğilimlerinin daha da sola çekilerek işçi sınıfına mal edilebileceği düşüncesine bir çeşit politik fırsatçılık4 olduğunu, bunun geçen hafta bu köşede ele aldığımız iktidarsızlık sorununun önemli kaynaklarından birini teşkil ettiğini vurgulayıp, geçiyorum.

Emeğin kurtuluşundan, eşitlik ve özgürlükten yana olanlar öncelikle ETG’nin “tekelci sermaye tarafından ve kendi çıkarları için” öne sürülen bir proje olduğunun altını çizmelidir. Kimse bu politikayı Bangladeş, Endonezya veya yeni Çin olmaya çalışan Hindistan gibi ucuz emek havzaları için önermiyor. Zira yüz milyonlarca işçinin boğaz tokluğuna çalıştığı bu coğrafyalarda herkese gündelik temel ihtiyaçlarını çalışmasa da karşılayabileceği bir gelir sağlarsanız, mevcut kölelikten beter çalışma koşulları sürdürülemez. Bundan da en büyük zararı o koşullardan doğrudan ya da dolaylı olarak çıkar sağlayan emperyalist sermaye zarar görür.

İkinci ve daha önemlisi; bu politika önerisi sosyal devletin güçlenmesi değil tasfiye edilmesini öngörmektedir. ETG bir havuç, bağlı olduğu sopada ise kıdem tazminatı, kamusal sağlık ve eğitim, hatta uç noktada asgari ücret gibi kazanımların tasfiyesi duruyor. Bu yüzden “hele bir yapsınlar da görelim” kolaycılığına asla düşülmemeli. Bugün burjuvazinin uzattığı havucu reddetmeyen ve kapitalizmi aklamaya yönelik bu PR çalışmasına karşı çıkmayanlar, yarın sopa indiğinde işçi sınıfı tarafından dinlenmeyecektir.

***

Bu yazıyı Keynesçi ve post-keynesçi iktisatçılara yönelik bir çağrıyla bitirmek istiyorum. Kuşkusuz bu meseleyi konuşmaya devam etmeliyiz, ama 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl, ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor. Daha önemlisi ise şu: Bu politikaların düzen açısından gerçekten ödün niteliğindeki kısmı, bölüşüm değil üretim alanında olanlardı: Artan oranlı gelir vergilerinden, finansın baskılanmasından, yüksek asgari ücretten sermaye sınıfının tamamı rahatsız değildi. Onun açısından olabildiğince çabuk rafa kalkması gereken asıl ödün, devletçi sanayileşme yoluyla daha yüksek bir üretim düzeyine çıkılması ve işsizliğin sıfır civarına indirilmesiydi. Çünkü bu, hem sermaye kârlılığından vazgeçildiği durumda sanayi üretiminin çok daha toplum yararına işlemeye başladığını gösteriyor, hem de işçi sınıfına normalde asla sahip olamayacağı bir pazarlık gücü kazandırıyordu.

Bugün talep edilmesi gereken, devletin bölüşümü biraz iyileştirmesi, örneğin servet vergisi yoluyla zenginden alıp fakire vermesi değil. Bunun sadaka ekonomisinden, zekât övgüsünden farkı pek az ve zaten düzen solu üç aşağı beş yukarı böyle politikalar savunuyor. Talep edilmesi gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.  

Komünistler düzenin deliklerini yamayacak bölüşüm politikası önerilerini eleştirecek, bunların sınıf karakterini deşifre edip işçileri uyaracak, gerçek anlamda devletçi bir refah ve kalkınma politikasına ise destek vereceklerdir.