Oğlum eski sistemle orta bire, AKP’nin yeni ve harika sistemiyle 6. sınıfa, yani orta ikiye gidiyor. Arada bir her sorumlu veli gibi ödevlerine yardım ederim.

Çinli Prensesler Tarih Kuramı (ÇPTK)

Oğlum eski sistemle orta bire, AKP’nin yeni ve harika sistemiyle 6. sınıfa, yani orta ikiye gidiyor. Arada bir her sorumlu veli gibi ödevlerine yardım ederim. Matematik ve Fen derslerine yardım etmek benim için keyifli bir deneyimdir, unuttuğum pek çok şeyi hatırlayıveririm. Ancak asıl olağanüstü deneyimi oğlumun sosyal bilgiler dersi ödevlerine yardım ederken yaşarım. Öğrenmiş bir kere sosyal bilimciyiz ya en çok yardımı bu derste sağlayabileceğimi düşünür oğlum. Ancak her defasında sükut-u hayale uğrar. Aslında oğlum benden daha iyi bilir konuları. Ben ise her defasında şaşırırım. Yeni olduklarından dolayı değil, tam tersine 40 yıl öncekiyle aynı fantastik tarih anlayışıdır sunulan. Şaşırdığım hatırlayamamamdır. Hafızayı bir yerde bilinçli bir şekilde temizlemişiz diye düşünürüm. 

Bu sene sosyal bilgilerde anladığım kadarıyla Orta Asya Türk ve Müslüman Türk Devletleri tarihini etüt etmekteler. Üstelik şimdi uzun süreli pandemik bir hapislik dönemindeler, ödev kapsamında sürekli test çözmekteler. Öyle ya; küçük taylar yarışa şimdiden hazırlanmalı değil mi? Sosyal bilgilerde artık standartlaşmış sorulardan biri de şudur: “Aşağıdakilerden hangisi Orta Asya Türk devletlerinin çözülüş nedenlerinden bir değildir?”. Cevaplar arasında pek çok şey sunulur, format ve cevaplar değişir ama soru hiç değişmez. Bir soru değişmez, bir de cevaplardan biri: “Türk saraylarına gelin gelen Çinli prenseslerin kardeşi kardeşe karşı kışkırtarak düzeni, dirliği bozmaları”. Ve doğru cevap kesinlikle bu şık değildir, yani Çinli prensesler gerçekten Türk devletlerinde kardeş kavgasını ve hatta iç savaşı kışkırtarak onların tarih sahnesinden silinmelerine yol açmışlardır. Buna gerçekten inanılır. Tam da bu noktada kendimi tutamayarak gülümserim, hatta kıkırdarım. Oğlum nedenini sorduğunda ise bunun yanlış olabileceğini ima eden birkaç cümle sarf ederim. Öyle çok derinlere de inmem hani. Oğluma bir tarih semineri sunacak değilim ya. İleride kendisi karar versin isterim. 

Neyse 40 yıl önce bana, tahminen benden öncekilere de bunlar anlatıldı. 40 yıl geçmiş ve anlaşılan tedrisat pek de değişmemiş. Bu nedenle ben de naçizane bir şekilde zamana karşı direnen bu bakış açısını “Çinli Prensesler Tarih Kuramı” (ÇPTK) diye adlandırmayı tercih ettim. 

Özellikle Türk-İslam sentezci tarihçiler bu tezi pek severler. Aslında bu kuramın kökeni esas olarak Çinli kroniklere dayanır. Malum gelişkin bir uygarlık olarak imparatorluk kayıtlarını neredeyse gün be gün tutarlardı Çinliler. Bizim sağcı tarihçiler hem bu kroniklerden hem de Türk siyasal yapılanmalarından kalan az sayıdaki yazıttan bu hikayeyi, daha doğrusu sözde kuramı türettiler. 

Bu sözde kuram iki anlamda gericiliği barındırır ve besler. Öncelikle söz konusu fail hem Çinlidir hem de prensestir. Dolayısıyla bu uyduruk kuram hem Sinofobiden (Çin karşıtlığı) hem de mizojiniden (kadın karşıtlığından) mustariptir. Sağcı ve İslamcı tarihçilerin neden buna sarıldığını anlamak mümkündür. Tek tanrılı dinlere göre kadının bedeni ve ruhu şeytanın yuvasıdır. Kadın şeytan karşısında erkekten daha az dirençlidir. Dolayısıyla şeytanın ve kötünün amaçlarına hizmet etmeye erkekten daha meyillidir (tarih boyunca hiçbir erkek büyücülükle suçlanıp yakılmamıştır ancak cadılıkla suçlanarak öldürülen kadın sayısı bir hayli kabarıktır). Dolayısıyla erkek egemen bir söylemden türeyen uyduruk bir kurguyu çocuklarımıza uzunca bir süredir gerçek diye anlatır dururlar. 

İkincisi, Sinofobi ise daha açıktır. ÇPTK bir yana, Çin ve Çinli düşmanlığı çok uzunca bir süredir hem kültürel hem de siyasi hayatımızın önemli unsurlarından biridir. Ancak özellikle Soğuk savaş ile birlikte giderek daha da baskın hale gelmiştir. Bu da garip değildir; Sinofobi özellikle Çin Komünist Partisi’nin 1949’da Pekin’e girerek tüm Çin’e egemen olmasıyla birlikte özellikle emperyalist merkezlerden pompalanan bir unsur olmuştur. Kültürel yaşamda efemine, bir yılan kadar zehirli ve tehlikeli Çinli kötü ve düşman figürü özellikle görsel medyadan servis edilmeye başlanmıştır. ÇPTK soğuk savaş döneminde giderek güç kazanmıştır. 

Sinofobinin pek çok açık örneği vardır. Örneğin Sezgin Burak’ın Tarkan ve Suat Yalaz’ın Karaoğlan serilerindeki Çinli figürlerine bakınız. Rüyalarınıza el koyacak kadar korkutucu figürlerdir. Ancak emperyalist kültür endüstrisi de benzer ürünleri sürekli üretmektedir. Sax Romer’in ünlü eseri Fu Manchu defalarca beyazperdeye uyarlanmıştır. Üstelik bu uyarlamaların büyük bir bölümü Soğuk Savaş dönemine aittir. Doktor Fu Manchu ele geçirme hırsı ve arzusu dinmeyen, akılların almayacağı kötülükleri tasarlayabilen bir karakterdir ve pek tabi ki Çinlidir. Amacı tüm dünyayı ele geçirmektir. Keza bu satırların yazarının da çocukluğuna pek sevdiği Flash Gordon serisinde Flash Gordon’un ezeli düşmanı Mongo İmparatoru Ming’dir, Ming Fu Manchu’dan daha büyük oynamakta ve tüm galaksiyi ele geçirmeye çalışmaktadır. Ve o da şaşırtıcı olmayacak derecede çekik gözlüdür ve adını da önemli bir Çin hanedanından almaktadır (bu arada çocukluğumdan beri bu kötülerin tüm dünyayı, ya da tüm evreni ele geçirme arzularını anlamamışımdır. Acaba ele geçirip ne yapacaklardı ki?).

ÇPTK sahip olduğu bu iki boyutla çocuklarımızın zihnine gizli bir düşünceyi ekmektedir. O da şudur: Atalarımızı er gibi, erkek gibi er meydanında yenemeyen Çinliler ancak kadınsı entrikalarla onları alt etmeyi becerebilmişlerdi. Bu kadar basit mi? Dolayısıyla bizi bu kuramı savunanlara şu soruyu sormaya iten acayip bir dürtü uyanmaktadır içimizde: Atalarımız aynı tongaya her seferinde düşecek kadar saf mıydılar? Neyse.

Bu kadar yeter, saçma sapan gerici bir bakış açısıdır. Bir taraftan da hüzünlü bir duruma işaret etmektedir. Durum Orta Asya tarihiyle ilgili belgeler ve araştırmaların sayısı çığ gibi büyürken ne yazık ki inatla aynı noktada durmayı seçtiklerini gösteriyor. 

İşin özü “göçebe feodalizmi” kavramıyla açıklanabilir.I Asya’da güney sınırını Elburz Dağları ve yüksek İran Platosu’nun, Hindikuş ve Himalaya Dağları’nın, Tien Shan platosunun, Altay Dağlarının ve Gobi Çölünün çizdiği sonsuz gibi görünen ve Altay Dağları’ndan Ural Dağları’na kadar uzanan belki de dünyanın en geniş stepleri bulunmaktadır. Bu bölge tarihinde pek çok step ve göçebe imparatorluğu görmüş, geçirmiştir. Bunların nerdeyse hepsi steplerin amansız rüzgarında kaybolup gitmişlerdir. Bu bölge belki hayvancılık için uygundur ancak tarım için hiç de uygun değildir. Sık sık kıtlık ve kuraklık hakim olmaktadır. Oysa neolitik devrimden bu yana insanlığın kaderini belirleyen ana sosyo-iktisadi işlev tarım olmuştur. Türklerinki de dahil, bu bölgede ortaya çıkan siyasi yapılanmalar tarımsal üretimin yarattığı artıktan mahrum oldukları için iki zorunlu yola yönelmişlerdir: Hayvancılık ve yağma/haraç. 

Neolitik devrim ile birlikte insanlık hem daha yüksek bir yaşam standardı hem de sonrasına egemen olacak lanetli bir unsurla, sınıflı toplumla, tanışmıştır. Tarımsal artığın giderek yükselmesi sınıflı toplumlardan bazılarını tarihsel ve bölgesel olarak güçlü ve derin uygarlıklar yaratmaya itmiştir; Çin ve Hindistan’da, ya da yüksek İran Platosunda olduğu gibi. Bu uygarlık noktalarında ortaya çıkan siyasi yapılanmalar hem daha büyük bir artık/zenginliğin verdiği itkiyle daha derinlemesine kök salmışlar, hem de özünde sömürgen ancak kalıcı olan bu yapının üstüne yüksek bir kültür, karmaşık ve etkin bir bürokrasi ve önemli bir siyasal gelenek inşa etmişlerdir. 

Diğerleri ise Asya steplerinde hayatta kalma savaşında geçici, renk ve iz bırakmayan siyasi yapılanmalar kurdular. Kentleşme aşamasına bile geçemediler. Başarılı oldukları dönemlerde Çin’i bile haraca bağladılar, ancak bu başarılar bile geçici idi. Çünkü göçebe feodalizmi üzerinde yükselen yapılar Çin’in, Hindistan’ın ya da İran’ın aksine kolay yıkılabiliyordu. Uzun süreli bir kıtlık, bir savaşın kötü neticelenmesi, göçebe feodalizminin yarattığı istikrarsız boylar ittifakının çabucak dağılması türünden olaylar söz konusu siyasi yapıyı çabucak yok olmaya itiyordu. Bazı durumlarda başarılı olan örnekler ise asimilasyona, toplumsal olarak erimeye katlanmak zorunda kalıyorlardı. Nitekim Çin’i işgal eden ve hatta kendi sülalelerini kuran Moğolların, Mançuların, Hindistan’ı işgal eden Hunların ve Moğolların, İran’ı işgal eden Türki grupların, Moğolların başına gelen tam da buydu. Fethettiklerinde zaten artığa el koyan sınıfın doğal üyesi oluyor ve bir süre sonra geleneksel sömürücü sınıflar içinde hızla eriyor, Çinlileşiyor, Hintlileşiyor ya da İranileşiyorlardı. Geriye hiçbir iz bırakmadan hem de. 

Peki Çinli prenseslerle neden evleniyorlardı? İki nedeni vardı. Birincisi köksüzlerdi; kök ve meşruiyet arıyorlardı. İkincisi ise Çin ile her zaman savaşamıyorlardı, bazen, örneğin kıtlık dönemlerinde, Çin’in her türden yardımına muhtaç hale geliyorlardı. Ayrıca bu göçebe feodalizmin tepesinde oturan kağanlar ve beyler Çin’den gelen lüks tüketim mallarına bayılıyorlardı. Bu diplomatik evlilikler aracılığıyla Çin ile hısım akraba olmayı bir tür hayatta kalma stratejisi gibi görüyorlardı.

Asya stepleri kaçını gördü kaçını geçirdi bir bilseniz. Hunlar, Avarlar, İskitler, Karluklar, Kumanlar, Alanlar, Moğollar ve diğerleri. Asya stepleri geçici siyasi yapılanmaların kadim mezarlığı gibidir. Bu mezarlıkta sessizce yatan envai türden devletin katli ise Çinli prenseslerin elinden olmamıştır. 

Ancak siz yine de dikkatli olun. Sakın ola evinize, obanıza, yurdunuza bir Çinli prenses sokmayın olur mu?

  • I. Bu vesileyle yorulmak bilmez devrimci ve vatansever Doğan Avcıoğlu’nu bir kere daha özlemle analım. Yazdığı ve miras bıraktığı “Türklerin Tarihi” tüm eksikliklerine rağmen hala önemli bir başyapıttır.